Tiyatro, sadece bir sahne değil; zamana atılmış bir çentiktir. Orada oyuncu sahneye çıktığında, sadece bir rolü değil, insanlığın binlerce yıllık kırılganlığını, korkusunu, özlemini, çığlığını taşır. Tiyatro, hayatın taklidi değil; hayatın kendisine dürüstçe bakma çabasıdır. Her perde, yeni bir soru açar seyircinin içine. Çünkü sahnedeki dünya, bizim dünyamızdır – biraz daha abartılmış, biraz daha soyulmuş ve belki biraz daha cesur.
Ama sanat her zaman aynı samimiyetle yapılmaz. Özellikle tiyatro gibi çıplak bir sanat söz konusu olduğunda, içi boş gösteriler, süslü sözlerin arkasına gizlenen cılız fikirler ve “etki yaratma” arzusuyla kirletilmiş sahneler kendini belli eder. Sanatın özensizliği, yalnızca estetik bir sorun değildir; aynı zamanda bir sorumluluktan kaçıştır. Çünkü sanat, özellikle tiyatro gibi canlı bir biçim, izleyicinin bilincine dokunmakla yükümlüdür. Ve kötü sanat, bu dokunuşu sahte bir eldivenle yapar. Geriye ise sadece bir iz kalmaz, sadece bir sıkıntı kalır.
Bir oyunun gerçekten “kötü” olması, teknik kusurlar ya da az bütçeyle sahnelenmiş olması değildir. Asıl kötülük, söyleyecek hiçbir şeyi olmayan ama çok şey söylüyor gibi yapan eserlerde gizlidir. Sahte gözyaşları, ezberlenmiş duygular, hazır mesajlar… Bunlar seyirciyi geçici olarak etkileyebilir ama dokunmaz. Çünkü içten gelen hiçbir titreşim, hazır cümlelerle kurulamaz. Tiyatronun büyüsü, seyircinin kendi hayatına bir anlığına dışarıdan bakabilmesini sağlamaktır. Kötü sanat bu büyüyü bozar, çünkü sahiciliğini yitirir.
Ve işin acı tarafı, kötü sanatın çoğu zaman yüksek sesle konuşmasıdır. Gerçek sanatın alçak sesle söylediği cümleler, zamana yayılırken; kötü sanat bağırır, dikkat çekmek ister. Ama içi boştur. Göz boyar, ama derine inemez. Tiyatronun özünde ise derinlik vardır. Sahne, yalnızca görüleni değil, görünmeyeni de taşır. Oyuncu, yalnızca karakteri değil, insanı temsil eder. Replik, yalnızca bir söz değil, bir çağrıdır.
Bu yüzden iyi tiyatro, seyirciyi yormaz; onu kendine döndürür. Kötü sanat ise, seyirciyi bir anlığına unutturur ama ardından büyük bir boşluk bırakır. Ve o boşluk, bazen hiçbir şey söylememekten bile daha ağırdır.
Sanat, hele ki tiyatro, bir iddiadır: “Ben seni anlıyorum,” der seyirciye. “Ben senin gibi acı çekiyorum, senin gibi özlüyorum.” Ama kötü sanat bunu söyleyemez. Çünkü samimiyetsizdir. Çünkü yapaydır. Çünkü söylemek için değil, görünmek için vardır.
Sonunda, tiyatro sahnesi bir sınav yeridir. Oyuncu orada sadece rolünü değil, insanlığını sunar. Yönetmen yalnızca sahne düzenini değil, kendi bakışını paylaşır. Ve izleyici, yalnızca alkışlamak için değil, anlamak için oradadır. İyi tiyatro, izleyiciyi değiştirmez belki ama onun içinde bir şeyleri yerinden oynatır. Kötü sanat ise, izleyiciyi boşluğa bırakır ve o boşluk, zamanla gerçek sanatın sesini boğar.
Bu yüzden her sahneye çıkan, her satır yazan, her oyun yönetenin kendine sorması gereken bir soru vardır: “Gerçekten bir şey anlatıyor muyum, yoksa sadece görünmek mi istiyorum?”
Çünkü perde açıldığında, sadece sahne görünür. Ama asıl olan, görünmeyendir