Şimdi radyoda “Don’t Cry For Me Argentina” çalıyor, Madonna ’dan.
O çalarken ben, Paris’te bir sinema koltuğundayım. Yanımda Alex, el ele. O kadar ama o kadar mutluyum ki. Filmden çok o görüntüyü seviyorum o anda. Alex’le el ele bir sinema koltuğunda olmak. Sanki sıradan bir gün, sıradan bir anmış gibi. Sanki Paris’te sadece bir hafta için buluşmamışız gibi, sanki biz onunla haftada bir böyle sinemaya gidip el ele film izlermişiz gibi. Sanki ben İstanbul’dan, o Ingiltere’den gelmemiş, sanki biz Paris’te birkaç gün için bir daire kiralamamışız, sanki bu kısa yol kesişmesinden sonra, yine kocaman bir zaman ve mekân ayrılığına düşmeyecekmişiz gibi, sanki sırayla geldiğimiz gibi yine sırayla havaalanına gidip başka başka yönlere ve yaşamımızın geri kalanında doğru uçmayacakmışız gibi, bir sinemada el ele “Don’t Cry For me Argantina”yı izliyoruz.
Benim gönül belleğimin en nadide çekmecelerinden birinde saklanan bu “an”, Alex’in hangi çekmecesinde?
Ama işte, esas olan bu değil, önemli olan “Alex” değil, onun sonsuz varlığı, içindeki sonsuz öz. İşte o öz için de bu dünya deneyimindeki en nadide an’lar bölmesinde. Çünkü, “Alex” olarak o kadar çok sevildi ki “Joan” tarafından. Gerçek bir “Koşulsuz sevgi” nin ne olduğunu yaşadı. Evet, bizzat yaşadı. Bunu yaşamak onun gönül kapılarını biraz daha araladı. Böylece sonsuz var oluşunda bir minik adım atladı. Bu onun için de çok önemli bir deneyimdi çünkü “Joan” ile bu kez dünyasal anlamda da hiç kopmayacak bir bağı deneyimledi. Bir bağın hiç kopmamasını deneyimledi. Koşulsuz saygıyı, koşulsuz –aşk olmayan- sevgiyi deneyimledi.
Sadece duygular. Sadece ne hissettiğimiz. Yaşananlar değil önemli olan. Bizim ne hissettiğimiz. Çünkü sonsuz varlığımıza, ruhumuza değer katacak olanlar sadece onlar.