Söylenmedik söz yok, işitilmedik söz çok. (Atasözü)
Yaşam anlatılmamış, anlatılmayan öykülerle dolup taşmakta. Bundan ötürü, kişi kendi öyküsünü
anlayıp anlatmayla yükümlüdür; dahası başka öyküleri ya da başkalarının öykülerini dinleyerek,
görerek ya da okuyarak anlayıp kendi öyküsüne – bir biçimde – katmalıdır. (Yollarımız kesiştikçe
öykülerimiz buluşup daha anlamlı duruma gelir. Ancak ayrılışan yollar – acıklı da olsa – ayrılık öyküleri
yaratarak yine öyküler bütününe katkıda bulunmakta). “Öyküsüzlük” başa gelebilecek en kötü durum
sayılabilir. Gerçekteyse öyküsüzlük diye bir nen yoktur, yalnızca çeşitli nedenlerle anlat(tır)ılmayan ya
da bildik anlayışsızlık yüzünden anlaşıl(a)mayan öyküler vardır.
Hayata bir öykücü olarak ya da bir öykücünün bakış açısıyla baktığınızda kendinizi bir öykünün
başkişisi olarak görüp daha çok değerseyerek kendi yaşamınızı daha anlamlı kıldığınız gibi çoğu kişinin
üstünde durmak şöyle dursun, ayrımsamadığı bütün o ayrımlar, ayrıntılar sizin için varoluşun asal
öğeleri durumuna geliverir. Dahası, bir gün şunu anlar, giderek kavrarsınız: “Başkaları” diye
önemsenmemesi gereken bir topluluk yoktur; birbirinden türeyip birbirini varsıllaştıran sayısız
öykünün iç içe geçtiği bir anlatı ortamında, demek yeryüzünde birbirilerinin öykülerini şu ya da bu
biçimde anlayarak kendi öykülerini öbürlerine anlatmaları gereken kişilerin oluşturdukları bir
öykücüler birliği ile o kişilerin öykülerinin ortaya getirdiği bir “bütünce” vardır.
Yaşantılarımız birer öykü oluntusu olduğu gibi yaşamlarımız kişiliğin sonsuz bir “ırmak gen öykü”
sayılabilecek, başlangıcı bellisiz öyküsünün birer alt bölümüdür ya da özet birer anlatısıdır. Bundan
ötürü gerçekte “ben, sen, o; biz, siz, onlar” biçiminde bir ayrım yapılamaz, yapılmamalıdır. Kişi yaşamı
– baştan sona – bütün kişilerin birer öykü anlatıcısı ile anlayıcısı konumunda bulundukları, değme
kişinin kendi öyküsüyle daha boyamlı, tatlı, varsıl kılıp daha çok anlamlandırdığı öncesiz sonrasız bir
öyküler akışıdır. Kişilerse birbirlerini anlayıp kendilerini tanıyarak öbürlerine anlatmaları gereken
kardeş öykücülerdir ya da öykü yoldaşlarıdır.
Gerçek, demek karayıkıma yol açacak çatışma öykünün içinde değil, dışındadır. Demek o çatışma,
yaşamsızlığın bir belirimi ya da görünüşü olan, dahası yaşamsızlığa neden olan öykü(cü)süzlükte,
daha doğrusu, anla(t)mazlıkta ortaya çıkar. Oysa yaşam var oldukça öykü(cü)ler var olacaklardır, var
olmalılardır. Anlatılmayıp anlaşılmayan öykülerse yaşamı öldürüp o bitimsiz karabasana yol açacaktır.
Öyleyse, kişi kendi öyküsünü anlatıp başka öyküleri anladıkça kendisini gerçekleştirerek yaşamı
güzelleştiren bir anlatı(cı) varlıktır.
Kimsenin kimseyi dinleyip anlamaya çalışmadığı bir “kupkuru gürültü kalabaları ülkesi”nde ancak
acımasızlık, kıyıcılık, sömürgenlik, yıldırmacılık ile yok etmecilik kol gezer. Demek suçu öyküyü anlatıp
anlayanda değil; anlat(a)mayanda, anla(ya) mayanda arayıp bulmak gerektir. Şuysa başka bir
gerçektir: Tek bir öykü bin bir öykünün “kesişme kümesi”dir. Dahası öykünün iki yanı, giderek bütün
yanları dinlenmedikçe yapılan işler eksik kalmaya, giderek yanlış olmaya yargılıdır. Sizin
öykücülüğünüz başkalarınca öykülenirse kendi başına öyküleşerek sizi size, öbürlerine anlatmaya
başlayacaktır. Kısacası bu dinmez öyküler yağmuru içinde “son söz” hiç mi hiç söylen(e)meyecek.
Ancak sizin öykünüz bunca çok öykünün arasında tüm olarak nerede bulunuyor? Unutmamalısınız:
Siz yalnızca kendi öykünüzsünüz!