Bu sana kaçıncı veda edişim bilmiyorum. Ama sonuncusu sanırım. Hâlâ sanırım diyerek edebiyat parçalıyorum görüyor musun? Elbette ki sonuncusu …Daha önce bir apartmanın önünde, bizim evin bahçe kapısında, bir tren garında vedalaştık. Aslında vedalaşma da denilmezdi ya bunlara. Çünkü ben veda etmeyi bilmezdim. Ne hissettiğimi de ne hissetmem gerektiğini de anlamıyordum o zamanlar… Gözümden bir damla yaş akar mıydı içimde bir duygu belirir miydi hatırlamıyorum. Öyle ya sen bana duygularımı bastırmayı o kadar iyi öğretmiştin ki onlarla tanışmıyordum galiba. Hayattaki en büyük başarıydı sana göre bu…Ve ben hep birinciydim. Empati henüz lugatimize girmemişti o yıllarda. Bu yüzden biz kendimizi başkasının yerine de koyamadık. Mesela ben kendimi hiç senin yerine koymadım yıllarca. Bunu yapmam gerekiyor muydu? Bu ne işe yarayacaktı? Beni belki daha insancıl yapardı değil mi? Çünkü ben kaskatıydım sana göre sanki istediğin bu değilmiş gibi. Merak etme! Şimdi bol bol koyuyorum kendimi senin yerine. Yavaşça hareket eden arabanın ardından bir sanat filmi yönetmeninin kareleri gibi dramatikti bakışların. Hafızamda çerçeveleyip astığım son fotoğrafın. Çökmüş avurtlarına eşlik eden hüzünlü gözlerin ve sararmış benzin, son yıllarda sık sık gözüne dolu veren yaşlarla boynunu bükmüş bakışın, kir tutmasın diye giydiğin siyah gömleğine eşlik eden belinden düştü düşecek yeşil pantolonun…Eğer yanında olsaydım görürdüm günbegün nasıl eridiğini. Ben olmayınca kimse görmedi seni. Kıymetli misafirlere saklanan elli senelik misafir odasının en özel misafiri oldun. Yatağın üzerinde kıpırtısız yatarken artık bir kovuk gibi duran ağzından dökülenleri anlayamamıştım. Sapsarı ellerini tutup sıktığımda bu gidişin dönüşü olmadığını ikimiz de biliyorduk ama ben yinede yalan söylemeyi seçtim. Yana düşen elini görmemle odayı terk etmem bir olmuştu ama sonra son kez görme arzusuyla üzerindeki beyaz bezi itip yüzüne baktım. Gençken ölülerden korkardım. Başkalarının cenazelerinden. O gün bunun ne kadar saçma olduğunu anladım. Çünkü o henüz öğle namazını müteakip namazı kılınacak bir cenaze değil sendin.
Yan odada bir bebeğim vardı o gün henüz bir aylık. Lohusa bakışlarım yüzümde asılıydı hala. Göğsüm sızlıyordu ama sütten olmadığını biliyordum. Çünkü bebeğim, ağlıyordu sürekli açlıktan. Kucağıma aldım, onu değil kendimi avutmak için.
Ayak sesleri, şalvar hışırtıları, konuşmalar, arada inilti gibi duyulan ayetler… Her yerde ama her yerde insan…Açmıydım, susuz muydum? Bilmiyordum.Beni bir sofraya kim oturttu? En son ne zaman su içmiştim? Ne zaman yemek yemiştim?
Bir şey oldu sonra… Pencerelere koştu kadınlar… Ne vardı? Gelin mi gidiyor? Şenlik mi var? Düğün alayı mı geçiyor?
Kucağımdaki bebeği nereye bıraktım? Onca kalabalık ezer miydi çocuğu?
Koştum yeryüzündeki son maddesel varlığını görmek için verandaya. Asma yapraklarını araladım. Tek başımaydım. Omuzlardan kayarak ilerleyen tabutunu gözlerimle okşadım.
İçimdeki bütün veda kelimelerini ben o gün tükettim. Ben sana o gün orada tek başıma bütün kalbimle, ruhumla ve hiç silmediğim gözyaşlarımla veda ettim baba. Ve ölüm şimdi sadece seni ağırlayan uzak bir şehir bana.