Ankara’nın Karşıyaka semtinin üçüncü sokağında yaşıyordu iki erkek kardeş. Büyük olanın adı Orhan küçüğün adı Burhan, bir de kız kardeşleri var Nevin. Manolya apartmanıyla bitişik nizamdır yaşadıkları bina, zemin katta bahçeye bakar pencereleri ve tüm komşular tanır bu üç kardeşi.
Biz manolya apartmanında yaşıyoruz bizim evimizde zemin katta dört numara. 1970’ li yılların ortaları ben beş altı yaşlarındayım, annemin can arkadaşı Nevin abla, Orhan ve Burhan abilerde tanıştır bilcümle bizim ev halkıyla. İki erkek kardeş tanker şoförüdür.
Kız kardeşleri evde yolunu gözler ağabeylerinin. Sokağın tüm çocuklarını sever, bahçeye düşen toplarını, kırılan pencere camlarını dert etmez hiçbir zaman. Sevecendir, aç olana ekmek susuz kalan su, çişi gelene “gel işe bizim evde” diyecek kadar hoşgörülü, halden anlar Nevin abla, ağlayana ana olur icabında.
Ama hissediyordum beni bir ayrı severdi annemden ötürü. Sanatçıdır, tuval üzerine yağlı boya resimler yapar. Hayatını nakşedercesine çizerken, neden bekâr kaldığını sadece kendinin değil, ağabeylerinin de niye evlenmediğini yanan sigarasının külünü düşürürken halıya, annemin gözlerine bakarak anlatır. Ve önünde diz çökmüş merakla dinleyen benim, saçlarımı okşamayı ihmal etmezdi.
Ağabeyleri Nevin ablanın resimlerine alıcı bulup yeteneğini nakde çevirirken, kız kardeşleri tanınsın isterdiler, resim camiasında yer bulsun bacıları. Yüreği gibi körelmesin ne fırçaları ne tuvali ne de kendilerinden sonra geleceği.
Yaşım küçüktü ama anlardım onlar için yaşamın zor olduğunu. Uzun yollarda direksiyon başında geçen günleri, sadece karın doyurmak içindi. Endişeleri bacılarıydı, bacıları da ağabeyleri için endişelenirdi; Koskoca iki adam yuvasız eşsiz çocuksuz. Zürriyetleri kuruyordu nice zaman sürecekti böyle umarsız.
Küçük abisi Burhan’ın gözyaşlarını tutamayıp hıçkırarak ağladığı o gün, böbrek hastası daha küçücük kız kardeşim Pınar’ın vefat günüydü. O gün anlayamamıştım. Yaş kemale erdiğinde anladım ki; Pınar’ın nezdinde kendi geçmişlerine o gün ki hallerine ve geleceklerine ağlarmış.
Kore savaşına katıldığı için “Koreli” derdi tanıyıp bilenler. Koreli Burhan abi en erken terk eden oldu dünyayı, illet bir hastalığa yakalanıp, iflas eden karaciğerinin kalleşliğine dayanamadı bedeni, bütün sokak ağlamıştı cenazesinde.
Kız kardeşimin vefatından bir süre sonra (henüz yaşıyordu Koreli Burhan) iki kardeş yine çıkarlar yollara. Kardeşler ayrı güzergâhlara gide dursun, bir tanıdıkları gündüz gözüne dayanır Nevin ablanın kapısına. Tanıdığı içeri alıp çay ikram eder. Nerden bilsin tanıdığın gözü dönmüş, pis ruhu kararıp erkekliği kabarmış, saldırır Nevin ablaya. Yenik düşmemiş boğuşup tırnaklarıyla yüzünü çizmiş, iğrençliğini sinsice gizleyip, korkaklığını dostlukla perdeleyen erkek müsvedde’ sinin. Bağrış çağrış yetişmiş komşular, bu elim olay silinmemek üzere kazınmıştı hafızalarımıza.
Annemle ziyaretine gittik olay sonrası, tabi bu arada tarih itibariyle on yaşlarındayım Birkaç yaş daha büyümüşüm meraklıyım yani. Nevin abla biraz daha yaş almış. O sesi titreyerek korktuğunu anlatırken yaptığı yağlı boya tablolara bakarak sordum;
“Niye resim okuluna gitmedin abla” nazik kadındı, annemle sohbetini kesip anlattı. Girmiş güzel sanatlar fakültesi özel yetenek sınavına, demiş ki sınav gözetmeni; “İşte tuval işte boya göster marifetini” fırçaları öteleyip parmaklarını batırmış boyaya.
Bir kız resmi çizmiş gözleri uzaklara bakan, baktığı yere doğru uçan büyük kanatlı kuş sürüsü ve uçtukça uzaklaşıp göğün derinliğinde ufalırken kızın gözlerine yansıyan.
Fırça kullanmadan resim yapabilen bu genç kıza; “Hayırlı olsun. İlk adımını attın marifetli parmaklarınla” diyen gözetmene sarılmış. İlk ve son olmuş yabancı bir erkeğe sevgiyle sarılması. Ne yazık ki el vermemiş koşullar, o günden sonrada hiçbir zaman uzatmamış elini, artık adına kader mi dersin felek mi?
Yılkı atlarının sürü rüzgârı gibi geçip gitmişti zaman. Artık gençtim, Koreli Burhan abi vefat etmişti. Nevin abla ve yanında kalan tek sahibi Orhan abi, biraz daha yaşlanıp iş yükünün ağırlığıyla fıtık hastalığına yakalanınca, eli tutmaz kolu kalkmaz olup çalışamaz hale gelmişti.
Ev kirasını veremez duruma gelinceye kadar direndi üçüncü sokağı terk etmemeye. Cebindeki son parasıyla aldığı 56 model şavrole arabasına, evde kalan satmadığı üç beş parça eşya ile bacısını, bir de anılarını alıp uzaklaştı sokağımızdan.
Gidişlerinin üzerinden dört mevsim geçmişti, tek bir haber alamadan. İkinci dört mevsim sonunda babamın tayini çıkınca, yola koyulduk bizde. Otobüsün penceresinden izlerken Ankara’nın kıraç topraklarını, fark ettim ki 67 vilayetin hangisinden olduklarını dahi bilmediğim Orhan, Burhan, Nevin kardeşlerin yaşam hikâyesi çocukluğumla başlamış, üçüncü sokakta.
Yaz sonbahar kış ilkbahar bitiverdi bir yıl ziyarete geldim babaannemi merhaba Ankara.
Sokakta dolaşırken Nevin ablanın bir komşusu karşı apartmanda diğer bir komşuya; “Geçen günlerde görmüşler Yenimahalle Seyran sinemasının önünde arabada yaşıyorlarmış, bir gazetede haber yapmış Nevin ve abisini” demişti. Sevinsem mi üzülsem mi bilememiştim…
Heyecan, üzüntü ve de endişeyle bindim dolmuşa, çok iyi biliyordum Seyran sinemasını. Onlarca kez film izlemeye gitmiştim ve hatta Nevin ablayla anneme defalarca eşlik ederek. Şimdilerde kapalıydı Seyran sineması epey bir zaman olmuştu kapanalı. Peki, ne yapıyorlardı ki orada. Arabanın içinde nasıl yaşıyor ne yiyip ne içiyorlardı.
Sarıldık Orhan abiyle, “Kocaman adam olmuşsun” derken ışıltısı sönmüş gözlerle bakıyordu. “Nevin abla” diyecek oldum, parmağıyla sus işareti yaparak, kolumdan tutup fısıldadı; “Kimseyi görmek istemiyor” yürümekte zorlanıyormuş. Kemik erimesi gençlik yıllarında da vardı epeyce ilerlemiş, Orhan abinin fıtık belası ise son haddindeymiş. Ve Nevin abla seslendi arabanın içinden; “Söyle o’na gitsin.”
Ben ağlarken Orhan abi titreyen elleriyle siliyordu gözlerimi; “Ağlama. Çocuk günlerinin hatırına Nevin’i hep güzel hatırla, hadi var git uğurlar olsun, selam söyle annene babana, öp kardeşlerini, sakın bir daha uğrama.” Belli ki vasiyetiydi Orhan abinin bu sözler.
Uzak sayılmazdı, hoş uzak olsa da kalbime dolan hüzne çare olmazdı yürümek. Yine de binmedim dolmuşa yürüdüm, Yenimahalle’den eve kadar. Yol boyu süzüldü gözümden yaş. Sokağa girip evlerinin önüne geldiğimde pencereye bakıp kuruyan zürriyetleriyle yok olan, üç kardeşin hikâyesinin sonunu izlemenin yüküyle yığılıp kaldım bahçe duvarının önüne…