Ilık bir eylül sabahı; güneş ışıkları, sararıp yıpranmış tül perdemden ustaca sızıp, gözümün içine girmeyi başarıyor. Yeni ama dünden hiçbir farkı olmayan bir gün daha başlıyor. Kurulmuş bir saat gibi uyanmaya alışan bedenim pekte hevesli olmadan kalkıyor yataktan. Aynadaki bezgin ve uykulu suratım sinirimi bozsa da soğuk bir su çarpıp tekrar bakıyorum; hafif kırışmış, yer çekimine yenilmeye beyhude direnen bu yüz, gitgide daha çok yabancılaşıyor bana. Zamanın üstümden geçerken bıraktığı bu izler, acımasızlığının imzası gibi yerleşmiş alnımın tam ortasına. Her sabah ettiğim çeşitli küfürlerden bir demet sunarak ayrılıyorum ayna karşısından. Salonun ortasında öylece dikilmiş dururken aklımda tek bir soru var: Ne yapmalı bu sabah? Neşem yerinde olsaydı ki genelde olmaz, balkona çıkar bu ılık sonbahar havasından ciğerime okkalı bir nefes çeker, çoktan hareketlenen sokağa bir bakış atar, karşıdaki bakkalın üçkağıtçı oğluna belki bir günaydın selamı çakardım. Akşamdan kalma olduğum sabahlardaki gibi uyansaydım; aynayla bakışma seremonisinin ardından koca bir bardak su içip, tekrar yatağa döner devrilirdim. Ama bu sabah o sabahlardan değil…
Ne yapacağımı düşünerek sabahı öğlen etmeden, akşamdan salonun ortasında bıraktığım pantolonu aniden geçirip ayağıma, ilk bulduğum hırkayı da giyip atıyorum kendimi kalabalıklaşmaya başlayan sokağa. Tanıdık bir yüz, benden selam alamayınca bozulacak bir arkadaş görmeme dileğiyle, gözlerimi ayaklarımdan hiç ayırmadan hızlıca geçiyorum dükkanların önünden. İçimde yine ani verdiğim her kararda olduğum gibi pişman olmak için çok geç kalmışlığın farkındalığıyla, nereye gittiğimi bilmeden koşar adım yürüyorum. Doğup büyüdüğüm yaşlanmaya yüz tuttuğum bu sokaklarda çocukluk ve gençlik günlerimde yaşadıklarım artık çok uzak geliyor. Siste kaybolan bir ağaç silüeti gibi belirsizleşiyor anılar.
Mahallenin tüm çocukları toplaşıp güle oynaya okula gittiğimiz sabahlarda, sokağın köşesini döner dönmez karşıma çıkan sekiz numaranın en küçük kızını gördüğüm an, kalbimin göğüs kafesime sığmayacak kadar büyüdüğü o günler artık daha az geliyor aklıma. Mahallenin delikanlı kontenjanında hatırı sayılır bir yer edindiğim lise yıllarında; saatlerce dikilip durduğumuz sokağın köşesinde, camlardan kimsenin bizi görmediğini zannederek, sekiz-on kişi bir dal sigaradan tek nefes sebeplenip, gerektiğinde racon da kestiğimiz o ilk gençlik günleri de eskisi kadar aklıma düşmüyor.
Babamın; bir baltaya sap ol düsturuyla altı yılda bitirebildiğim zorlu üniversite yıllarımın sonunda kısmen de olsa sözünü tutabilmiş, uyum sağlayabileceğim bir balta bulamamış olsam da en azından sap olmayı başarmıştım. Yıllar boyu girip çıktığım kısa süreli işler sayesinde herhangi bir alanda elle tutulur bir yeteneğimin olmadığını dosta düşmana göstermiş, yaşamaya ve insanlarla sağlıklı iletişim kurmaya dair uyum kabiliyetimin belki de doğuştan bende bulunmadığını otuzuma gelmeden kabullenmiştim. Kafama göre bir iş bulacağım güne kadar babamın nalbur dükkanında vakit öldürmeye başlamış, ufak tefek tamirat işlerini yapmaya gittiği zamanlarda dükkan boş kalmasın diye bırakılan çırak olup çıkmıştım. Toz içindeki raflarda, kutularının içerisinde duran vida, conta, dübel, çivi gibi küçük malzemeleri saymaya başlamamla, kendime uygun bir iş aramayı temelli bırakmam aynı zamanlara denk geliyor.
Her sabah babamla birlikte uyanıyor, dairemizin hemen alt katındaki nalbur dükkanımızı açıyor, bir kolu kırık, tahminimce bir esnafın atmak için sokağın köşesine koyduğu ve babamın dükkan demirbaşına dahil ettiği deri ofis koltuğuna gömülüyor, tespih çeker gibi dübel sayıyordum. Ne kadar sürdü bu sayma ritüeli? Kaç sabah bu köhne dükkanı açtık? Günleri, mevsimleri, yılları bir bir devirirken, bitmeyecek gibi uzun süren saatlerin ömrümden çaldığını hiç mi fark etmedim bilmiyorum.
Tıpkı bu sabahki gibi bir eylül sabahı; yatağın içinde babamın kahvaltıya çağırmasını gerine gerine beklerken, gözüm duvardaki saate ilişti. 07:15. Aslında bir nalburiye dükkanının açılması için erken sayılabilecek bu saat; babamın bana seslenmemiş olmasından şüphe duymamı gerektirecek kadar geç bir saatti. Şüphemin yersiz olmadığını fark ettiğimde ise babamı hastaneye yetiştirebilmem için de artık çok geçti…Otuz sekizinci yaşımın sabahında, kırk yıldır her sabah 07:00 da açılan Tekin Nalburiye tarihinde ilk kez açılamamıştı.
Hayattaki tek yakınımı, ailemdeki son kişiyi kaybetmenin boşluğu, zaten bomboş olan hayatımı koca bir kara deliğe çevirmişti. Her sabah babamın yaptığı gibi 06:30’da kalkıyor. Peynir, ekmek, zeytin ve çaydan oluşan kahvaltımı yapıyor, saat tam 07:00’de dükkana inmeye devam ediyordum. Dükkanda geçirdiğim tüm gün boyunca sayma oyunumu farkında olmaksızın sürdürüyor, nefes almak, yemek yemek, tuvalete gitmek kadar doğal bir eylem olarak vücudumun da kabul ettiği bu rituel sırasında sadece babamı düşünüyordum. Onu aslında hiç tanımıyor olduğumu o gittikten sonra fark etmeye başlamıştım. İnsan; hayatta en yakın olduğu kişiden nasıl bu kadar bihaber olabilirdi? Otuz sekiz yıl beraber olduğum adama nasıl olmuşta bu kadar uzak durmayı başarabilmiştim?
Neye gülerdi, hangi rengi severdi, bir hayali var mıydı, annemi kaybetmemizde benim payım olduğunu düşünüyor muydu, tek başına yetiştirdiği evladının bir baltaya sap olamayan halinden memnun muydu, aramızda oluşan bu mesafeyi o mu ben mi belirlemiştim cevabını bulamıyordum. Çocukluğumu düşününce babama dair zihnimde kötü sayabileceğim bir anımız yoktu, iyilerin de olmadığı gibi. Birlikte ama birbirine değmeden hayatta kalan iki adam olarak yaşayıp gitmiştik. Daha doğrusu o gitmişti, ben bedenen halen yaşıyor görünüyordum.
Geçim sıkıntılarımın başladığı günlerde, nalburun hemen karşısındaki bakkalın sahibi bizim dükkanı kiralamayı teklif ettiğinde hiç düşünmeden kabul etmiş, bundan sonraki zamanımın çoğunu salon, balkon ve mutfak arasında geçirmeye başlamıştım. Ara sıra ayaküstü hoşbeş ettiğim arkadaşlarım da olmuyor değildi. Ama gerçekte hiçbiri ile konuşmaya ihtiyaç duymuyor, kimseye karşı herhangi bir his beslemiyor, kendimi zorlasam da boş sohbetlerinden boğuluyor, sözlere, olaylara odaklanamıyor ve çoğu zaman karşımda konuşanı hiç dinlemiyordum. Dönüştüğüm bu adamı kabullenmem ve kendimle çatışmayı bırakmam yıllarımı almıştı. Beni kusurlu hissettirecek, kimseye fark ettirmemeye çalışarak bastırdığım zaaflarıma ayna tutabilecek her konuşmadan, insandan, olaydan kaçmanın yolunu; etrafıma ördüğüm bu görünmez duvarların ardında yaşamakta bulmuştum.
Kimseye rastlamadan sahile varıp, tıpkı hayatta olduğu gibi sadece köşesine ilişerek oturduğum bu bankta, kafamdan geçenlerin ağırlığı bir adım daha atamayacak kadar ağırlaştırdı vücudumu. Karşımdaki masmavi denize, gökyüzünde dans eden bulutlara, yanımdan koşarak, yürüyerek, gülerek geçen insanlara, yaşlı baloncuya, annesinin salıncakta salladığı küçük çocuğa, gözümün gördüğü tüm bu detaylara baktığımda ben; oturduğum şu tahta banktan farksız olduğumu hissediyorum. Kırk sekiz yıl önce hayata gözlerimi açtığım bu ılık eylül sabahında ne yapacağıma karar veriyorum. Sık sık zihnimi meşgul etse de zamanının geldiğini hissetmediğimden sürekli ertelediğim şeyi yapacağım! Babamla buluşacağım!
Yaşadığım son sabah olduğunu bilmenin ve babama kavuşacak olmanın huzuruyla, hırkamın cebinde saatlerdir sıkı sıkı tuttuğum yumruğumu açıyor ve son kez saymaya başlıyorum. Bir, iki, üç, dört…