Bir varmış, bir yokmuş diye bir masal anlatmak isterdim sana.
Saçların altın sarısı, atların kanatları var diye.
Belki inanır, belki biraz mutlu olurdun.
Tencerenin doğurup, yoğurdun göle maya çalınıp yapıldığına inandırabilseydim keşke seni.
Belki biraz güler, belki biraz hayal kurardın.
Koskoca bir gerçekliğe inanırken,
Aslında her şeyi yalan yanlış yaşıyoruz.
Bu kadar zor olmamalıydı sevinmek, umut edebilmek.
Gözümüze bir perde iniyor, en yakınımızdayken.
En uzak dağların arkasına bakıyorduk belki de.
Belki de üstüne basıp geçiyorduk mutluluğun.
Ama biz farkında bile değildik.
Aramak zannediyorduk, bulmak mutluluğu…
Oysa belki de aramıştık da bulmuştuk da.
Ne olduğunu bilmiyorduk mutluluğun.
Bir kokulu silgiye sevinebilseydik, kalemimizin mürekkebinin bitmediğine.
Oysa yediğimize sevinmedik, içtiğimize, doyduğumuza.
Yediğimizin eksik, içtiğimizin acı, doyduğumuzun hazımsızlığından şikayet ettik hep.
Belki bir kuru ekmek, belki bir bulanık su, belki de açlıktaydı mutluluk.
Kaf dağının ardında hayaller, Hint kumaşından olsun istedik gömleğimiz.
Oysa bir köyün tepesine çıkıp, bir yamalı pantolon giyebilseydik, belki oradaydı mutluluk.
Bir kuşun kanadına kına sürüp, uçtuğuna sevinebilseydik.
Papatya çayının papatyalardan yapıldığına çocuklarımızı inandırabilseydik,
Belki mutlu olurduk.
Öğretebilseydik yaşamanın gerçekten yaşayarak olduğunu,
Belki o zaman mutlu olurduk.
Mutlu sonun filmlerde olduğu algısını atabilseydik zihnimizden,
Çalışmanın, başarmanın, alın terinin bir mutluluk olduğunu öğretebilseydik keşke.
Belki mutlu olurduk.
Sevgiyi, şefkati, dostluğu, hakkaniyeti, sabrı ve saygıyı koyabilseydik yüreğimize,
Belki mutlu olurduk…