Yetimhanede zaman farklı işlerdi. Dışarıdaki insanların 10 dakikası içerinin 10 saatine ancak denkti. Burada ki her bir çocuğun kendine özgü bir hikayesi vardı.Kiminin anne-babası yoktu,kiminin vardı ama yoktu. Bazıları ise çok daha trajik öykülerle buraya gelmiş,kendine ait ne varsa dışarıda bırakmıştı. Yetimhane dediğimiz yer; sahipsiz, müşkül durumdaki çocuklara devlet tarafından sağlanan, barınma, beslenme, koruma, eğitim gibi ihtiyaçlarının karşılandığı yerdi. Fakat bunların yanı sıra hapishanelerin çiçekli böcekli versiyonu gibidirler. 7/24 başınızda bekleyen bir polisin (gardiyan gibi), büyük yosunlu duvarların, jiletli tellerin, pencereler de kapılarda kalın demir demir parmaklıkların,bahçe saati adı altında çıkılan havalandırma zamanının da olduğu yerdir. Tarık da bu yetimhaneye trajik bir öyküyle yerleşmiş bir çocuktu. Babası annesini katletmiş,Babadan başka akraba bulunamayınca yetimhanenin kapısı kaçınılmaz olmuştu. Henüz dokuz yaşındayken hayat ona biz yetişkinlerin bile görmek istemediği yüzünü en acı şekilde göstermişti. Bu ağır yük elbette Tarık’ı etkilemiş,çocuk içine kapanmıştı.Adına yetimhane jargonuyla “anne” denilen buradaki çocukların yemek ve uyku düzeninden sorumlu, 7/24 vardiyalı çalışan ablaların merhameti ve ilgisi sayesinde yemek yiyor , yıkanıyordu. Yetimhanede haftanın bir günü el işi günüdür. Size de çok tanıdık gelecek olan boncuk dizme, anahtarlık süs yapımı vardır. Burada yapılan süslere de “yetimhane işi” denebilir.Ne yazık ki bu atölye yetimhanede bile ücretlidir. Annelerden birinin Tarık’a olan hassasiyeti sayesinde, Tarık o günler hep atölyede olur, boncukla el işi yapardı. Kuşlar, gökkuşakları, bulutlar…
Yetimhane müdürü Şekip bey hiç de buraya uygun bir adam değildi. Memur olmak için olmuş gibi bir hali vardı. Çocuklarla çok fazla karşılaşmaz , karşılaştığında ise onlara sevilmediklerini hissettirirdi. Ezilmesi gereken zararlı bir böcek gibi bakıyordu onlara. Elbette hayat bunun intikamını Şekip beyden alıyordu. Eşi Selma hanım kızları Dilruba’yı hiçbir zaman istememişti. Hamileliği Şekip bey’in ısrarı ve toplum baskısıyla, doğum sonrası ise Lohusa bunalımıyla devam etmişti. Dilruba yetimhanede değildi ama oradaki çocuklardan pek de bir farkı yoktu. O zamanlar sekiz yaşında olan Dilruba’yı okul çıkışında babası alır,eve değil yetimhaneye getirirdi. Dilruba iş çıkışına kadar babası ve diğer çalışanlarla vakit geçirirdi. Şekip bey Dilruba’yı yetimhaneye getirir getirmesine de buradaki çocuklarla asla oynatmazdı. Karşılaşmalarından bile çekinir, rahatsız olurdu. Dilruba babasının odasında bahçeye bakan pencerenin önünde saatlerini geçirirdi. Her zamanki günlerden bir gün Dilruba pencereden bahçe saatine çıkan çocukları izlerken diğer çocuklardan bağımsız, oyun oynamayan, gülmeyen bir çocuğu fark etti. Bu Tarıktan başkası değildi.Onun neden diğer çocuklarla oynamadığı merakı Dilruba’ya inanılmaz bir cesaret vermiş ve küçücük masum bir planla bahçeye inmeyi başarmıştı. Çocuklardan o gün sorumlu olan “anne” sayesinde çocuklarının yanına girebilmişti. Dilruba bir gözü babasının penceresinde soluğu Tarık’ın yanında aldı. Öylece durup bakıştılar. Bir süre sonra endişesiyle zamanının darlığını anımsayan Dilruba, Tarık’a ” Sen niye hep oturuyorsun ? Neden diğer çocuklarla oynamıyorsun ?” dedi.Tarık elindeki mavi bocuklardan yaptığı mavi kuşu gösterip “bununla oynuyorum.” demekle yetindi. Ve yine başını önüne eğip kuşla oynamaya devam etti. Dilruba’yı kısmen yok sayıyordu. Dilruba aldığı cevaptan tatmin olmasa da artık yukarı, babasının odasına gitmeliydi. Bu günü takip eden yirmi beş gün boyunca Dilruba her fırsatta soluğu Tarık’ın yanında aldı. İkiside birbiriyle konuşmuyor, sadece yan yana oturuyor, Tarık’ın elindeki anahtarlığa bakıyorlardı.
Dışarının zamanı çok hızlıydı. Müdür Şekip bey ve eşi Selma hanım boşandı.Şekip bey Dilruba’ya tek başına bakamayacağını düşündüğünden Memleketi Bolu’ya tayinini istedi. Şekip bey son iş günü arkadaşları ile vedalaşırken Dilruba da yanındaydı. İzmir de ki bu yetimhanede Dilruba’nın ve etmek istediği ve istemediği tek bir kişi vardı. Tarık…İlk fırsatta yine soluğu Tarığın yanında aldı ve yalnızca ” Biz gidiyoruz.”demekle yetindi.Tarık ilk kez o an Dilruba’yı önemsercesine bakmıştı. Zaten sevdiklerini kaybetmeye alışmış bir çocuktu o. Şaşırmadı. Sessizce elindeki kuş anahatarlığı Dilruba’ya uzattı. Dilruba ve babası Bolu da yeni bir hayata başladı. Dilruba babanne ve dedesi sayesinde biraz olsun sevildiğini hissederek büyüdü. Kuş anahtarlık ilk önceleri oyuncak, sonra çanta süsü ve sonunda Dilruba’nın kendi evinin anahtarlığı olarak yıllardır onunla kalmayı başarmıştı. Dilruba’nın örnek alacak pek seçeneği olmadığından babasının izinden gitmiş 30 yaşına geldiğinde yetimhane müdürü olmuştu. İzmir de bir zamanlar Tarıkla tanıştığı Buca yetimhanesi Dilruba’nın üçüncü görev yeriydi. Ve babasından açık ara daha iyi bir müdürdü. Her fırsatta orada ki çocuklarla vakit geçiriyor, haftada bir gün evde kekler kurabiyeler pişiriyor, hapishane bahçesinden bozma yer mesire alanına dönüşüyordu. Yine böyle bir günde İzmir’in uzak bir ilçesinden polisler eşliğinde iki çocuk geldi. Gerekli işlemler yapıldıktan sonra polislerden biri çocuklarla ilk kabul bölümüne teslim için geçti. Diğer polis ise ekip arabasına döndü. Dilruba çocukların hikayesinden çok etkilenmişti. Hava almak için binanın önüne çıktığında, ekip arabasındaki dikiz aynası dikkatini çekti. Arabada oturan polis ve dikiz aynasında ki süsü belki yüzlerce kez kontrol ettikten sonra emin oldu. Bu Tarıktı… Hemen yukarı çıkıp odasından anahtarlığını aldı. Kapının önüne indiğinde arabaki kuşla elindeki kuşu karşılaştırdı. Hızlıca arabanın arkasına geçti ve arka koltuğa oturdu. Tarık Dilruba’yı tanımamıştı. Çok şaşkındı. Dilruba onun aksine çocuklar gibi şendi. ( en azından dışardaki çocuklar gibi) Dilruba arka koltuktan Tarığa doğru anahtarlığını uzattı ” Ben geldim.” dedi.