Kalaycı oturmuş ocağın başına, ateşi besleyip duruyor, kalayladığı kazanı elindeki isli bezle hızlıca çeviriyordu. Köz maşasının ucundaki bezi kazanın içinde sağa sola çevirdikçe yüzü biçimsizleşiyor, ince ip gibi dudakları aşağı doğru eğilip bir yay biçimini alıyor, yüzündeki kırışıklıklar buruştukça buruşuyor. Dökülmüş seyrek sakalları ateşin altına attığı zayıf çalılar gibiydi. Kalaycının küçük oğlu, babasının bunu mahallenin ortasında yapmasından utanç duyuyor, herkesten saklanır gibi etraftan ateşe çalılar topluyordu. Onun da yüzünde oluşan utançla karışık biçimsizlik, babasının ateş başındaki hâlini hatırlatıyordu. Kalaycının elindeki kazan, ateşinin harlamasıyla kazanın içi parlıyor, parıldayan kazanı kenara bırakıyor, bir başkasını alıyordu. Eğri bir dut dalı gibi çatallaşan bacaklarıyla ateşin önüne diz çökmüş olan kalaycı, bacaklarının içinden geçen isli ateşe aldırış etmeden komşu kadının getirdiği iki kazanı hemen kalaylayıp inekleri dışarı çıkarmayı düşünüyordu. İnekler bir an önce bizi otlatmaya götür der gibi ucube bir ahırın penceresinden kafasını çıkarıp kalaycıya doğru bağırıyordu. Kalaycı bir an önce işini bitirip ineklerini mahalle aralarından geçip otlatmayı düşünüyordu.
Mehmet, “Baba işin bittiyse bana bir ayakkabı almaya gidelim, bu da yırtıldı baksana!” dedi.
Kalaycı boğuk anlaşılmaz bir sesle olur, dedi.
Mehmet, ne zaman gidelim baba, deyince kalaycı elindeki kazanı yere atıp bağırdı:
“Tamam lan eşşoğlueşek gideceğiz dedik ya!”
Ahıra doğru gidip deminden beri otlak için sabırsızlanan ineklerin yanına gidip yarı bükülmüş beli ile ineklerin iplerini çözerek topladı. Beyaz saçlarına kumaşı yağlanmış ince şapkasını takarak ineklerin arkasından yürümeye başladı. Topuklarının arkasına bastığı ayakkabısını sürüye sürüye her zaman inekleri otlatmak için geldiği çayın kenarında durdu. Baharı yeni görmüş mantarları uzun uzun seyretti. Mavi gökyüzündeki siyah benekler, kanat çırparken maviliklere ilk defa başını kaldırdı. Hayatın yükü, başını o kadar aşağı indirmişti ki gökyüzüne çevirdiği gözleri maviliklerden kamaştı. İnsanların içinde eğildikçe gözleri kararmış, göz kapakları ağırlaştıkça ağırlaşmıştı. Yolda yürürken rastladığı her insana borcu varmış gibi boynunu yere eğiyordu. Oysaki suyun kenarında mantarlar ona gülümseyerek selam veriyor, içine anlaşılmaz mutluluk kıvılcımları serpiliyordu.
Suların yosun tutmuş taşlarının kenarında kurbağa yavruları oradan oraya koşturuyor, kuyruklarıyla ona gülümsüyordu.
Yılların kırış kırış ettiği yüzü içine göçmüştü ama kırışıklıklar ilk defa doğanın çimleriyle dans ediyordu. Kalaycı, maviliklere, sulardaki miniklere, şapkasıyla selam veren mantarlara baktıkça bahtiyarlaşıyordu. Kalaycı, nasırlı elleriyle şapkasını çıkarıyor, saçlarını kaşıyordu.
Mantarlar, çimlerin arasından başını kaldırarak selam veriyor, gökyüzünde kanat çırpan siyah benekler el sallıyordu.
Ufuk çizgisinde gözlerini uzun uzun gezdirirken başka bir dünyaya geçtiği bir anda birden keskin, gevrek, tiz bir ses duydu:
“Babaaa! Anam seni çağırıyor, inekleri sağacakmış nerede kaldı diyor.”
Elini havada yakalayan bilinci birden kendine geldi.
Ho ho diye inekleri eve sürerek mahallenin yolunu tuttu.