Kadınlar yüzyıllarca ya kutsal kılındı ya da lanetlendi; ikisinin arasında insan olmasına izin verilmedi. Toplumlar kadını ya bir masalın içine gömdü ya da onu ateşe attı. Her iki durumda da kadın, kendi benliğinden ve kimliğinden uzaklaştırılan oldu. Peki neden?
Tarih boyunca birçok kültürde kadın ve erkek, varoluşsal olarak birbirini potansiyel eş olarak görmüştür. Ancak ataerkil sistem, bu doğal eş olma arzusunu toplumsal normlar ve güç ilişkileri aracılığıyla çarpıtarak, erkeklerin kadınları sahiplenmesi gerektiği fikrini pekiştirmiştir. Böylece birçok toplumda erkekler, kadınlar üzerinde üstünlük kurma eğilimi göstermiştir. İşte tam bu noktada, kadınların “kutsal” ve “günahkâr” olarak ikiye ayrıldığı Madonna–Fahişe kompleksi devreye girer.
Peki, bu kompleks nedir? Literatüre nasıl girmiştir ve toplumda nasıl karşılık bulmuştur?
Madonna–Fahişe kompleksi kavramı ilk kez Sigmund Freud tarafından ortaya atılmıştır. Freud’a göre bazı erkekler, kadınları aynı anda hem arzulayıp hem de saygı duyamaz. Bu yüzden kadınları iki ayrı kategoriye ayırırlar; sevilebilen, saf ve kutsal “Madonna” ile arzulanabilen ama değersizleştirilen “fahişe”.
Bu bilinçdışı bölünme, erkeklerin kendi arzularıyla ahlaki değerleri arasındaki çatışmanın sonucudur. Ancak bu kompleks, tüm erkeklerde doğuştan var olan bir özellik değildir. Ataerkil düzen, dini öğretiler ve kültürel normlar aracılığıyla bu bakış açısını erkeklere öğretir ve pekiştirir. Dolayısıyla Madonna–Fahişe kompleksi, biyolojik değil; toplumsal koşulların ve güç ilişkilerinin ürettiği bir zihinsel kalıptır.
Bu ikili kodlama, kadınların cinselliklerini ve seçimlerini özgürce yaşamalarını zorlaştırırken, erkeklere de kontrol ve üstünlük sağlar. Kadın ya “namuslu”dur ya da “düşmüş” ya “annelik” gibi bir mertebeye yükselerek kutsanır ya da “bekârlığı veyahut cinselliği” yüzünden cezalandırılır. Böylece kadın, kendi benliğini yaratma sürecinde sürekli olarak sınırlandırılır. Ne yazık ki, bir kadın aynı anda hem saygı duyulan hem de arzulanan olmayı başaramaz. Freud bunu ortaya atarken, topluma ve günümüze kadar süregelen düzene ayna tuttuğunun farkında mıydı, bilinmez.
Bu ikiliği en çarpıcı biçimde gösteren klasik örneklerden biri ise bence, çok yakın bir zamanda ikinci defa okuduğum Alexandre Dumas’nın ünlü eseri Kamelyalı Kadın’dır. Romanın baş karakteri Marguerite Gautier, toplumsal olarak “günahkâr” bir kadın olarak etiketlenmiş olsa da erkek karakterler gözünde idealize edilen aşkın da sembolüdür. Genç ve soylu Armand Duval, Marguerite’i hem tapılacak kadar özel hem de utanılacak kadar günahkâr olarak görür.
Roman boyunca bu ikilemin sancısını yaşar. Marguerite’i sevdiğinde onu “kurtarılabilir” bir Madonna’ya dönüştürmek ister. Ancak bu dönüşüm, Marguerite’in kendi arzularından ve geçmişinden vazgeçmesi pahasına gerçekleşebilir. Yani aşk, ancak kadının kendini feda etmesiyle meşru hale gelir. Madonna olmak için de yine kadının çok acı çekmesi gerekmektedir. Marguerite’in ölümü, bu ikiliğin çözümsüzlüğünü simgeler: ne tam anlamıyla arzunun nesnesi olabilir, ne de toplumun onayladığı bir Madonna. Hikâye, kadının varoluşsal bir çıkmazda sıkıştığını gösterir.
Marguerite’in kamelyalarla kurduğu ritüel, onun bedeni ve arzuları üzerine sessiz bir dil kurar. Ayın yirmi beş günü beyaz, beş günü kırmızı kamelya taşıması yalnızca fiziksel durumuna değil, aynı zamanda toplumun kadına biçtiği rollerin sınırlarına da işaret eder. Beyaz, geleneksel olarak saflık ve masumiyetle ilişkilendirilir; ancak Marguerite bu çiçeği sağlıklı olduğu ve erkeklerle görüşmeye açık olduğu günlerde takar. Yani toplumun “arzulanabilir” bulduğu hâlini beyazla simgeler. Kırmızı ise genellikle tutku ve günahkârlıkla özdeşleştirilir, fakat Marguerite bu çiçeği hasta olduğu, kimseyle görüşmek istemediği günlerde taşır. Böylece kırmızının ve beyazın tabulaşmış anlamı tersine çevrilir.
Bu ters sembolizm, kadının özne olma mücadelesinin bir metaforudur. Marguerite çiçeklerle konuşur adeta fakat toplum onu yalnızca kendi kodlarıyla dinler. Marguerite’in hikâyesi, Madonna–Fahişe kompleksinin edebiyat ve kültür aracılığıyla nasıl kodlandığını, kadınların cinsellikleri üzerinden nasıl yargılandığını gösterir. Üstelik Marguerite karakterinin, Paris’te yaşamış ünlü bir kurtizan olan Marie Duplessis’ten esinlenerek yaratılmış olması, bu hikâyeye derin bir gerçeklik katar.
Bugün de bu kompleks aramızda dolaşmaya devam etmiyor mu?
Kadın hâlâ ya “dokunulmaz” ya da “kullanılabilir” olarak kodlanıyor. Bu ikilem, kadının özne olmasını engelliyor; onu ya kutsuyor ya da nesneleştiriyor. Marguerite’in kamelyaları nasıl yanlış okunuyorsa, bugün de birçok kadının davranışı toplum tarafından aynı şekilde yanlış okunabiliyor. Kadının giyimi, geçmişi ya da sesi, bir erkeğin üzerinde güç kurmasının bahanesi hâline getirilebiliyor. Kadına yönelik şiddet karşısında “hak etmiş” gibi sığ cümleler kurulabiliyor. Fail yerine mağdurun sorgulandığı bir toplumda, adalet değil, önyargı hüküm sürüyor. Bir önceki denememde bahsettiğim ‘cadı avı’ olgusunun kökleri dahi, bu kompleksin yarattığı kadın algısına dayanıyor esasında.
Bu bakış açısı yalnızca kadınlara değil, erkeklere de zarar veriyor. Erkekleri, dürtülerinin egemenliği altında, kontrolsüz varlıklar olarak tanımlayarak eylemlerinin sorumluluğundan muaf tutuyor. Kadına ise saldırıya uğramadığını kanıtlama yükümlülüğü yüklüyor.
Tüm bu ikili yapının arasında ise bir kadının kendi varoluşunu tanıması çok zor. Bir yanda kutsallığın sessizliği, diğer yanda arzulandığı için suçlanan bir beden.Toplum, kadının hangi uçta olduğunu belirlemeye çalışırken kadın kendi sesini duyamaz hale geliyor. Oysa insan, tek bir rengin mahkumu değildir hayatta. Hepsini taşır kendi içerisinde. Belki de mesele, renklerin birbirine karışmamasını sağlamak değildir. Asıl mesele, tüm renklerin doğal bir şekilde birbirine karışmasına ses çıkarmamaktır. Belki de kadın, yalnız o zaman kendi adını koyabilir.
Düşünsenize, Marguerite öldü ama onun kamelyaları hâlâ elimizde. Beyazı, kadınların bastırılmış saflığına; kırmızısı, susturulmuş arzularına işaret ediyor. Artık bu çiçekleri onların ellerinden alıp, kendi anlamlarımızla yeniden boyama zamanı geldi.



