Her şeye yetişmeye çalışmaktan yoruldum. Herkese yetmeye çalışmaktan yoruldum. Bazen damarlarımdan kanın çekildiğini hissediyorum. Böyle anlarda balkona çıkıp 10.kattan aşağı bakıyorum. Canım çok yanacak, tek seferlik bir acı biliyorum bunu. Derin bir nefes alıyorum. Hava burnumdan içeri giriyor, bunu hissediyorum, ciğerlerime doluyor. Göğüs kafesim kabarıyor. Dudaklarımı aralıyorum nefesi usulca veriyorum. Tamam vazgeçtim ölmekten. Toplamda üç dakika süren yalnızlığımı, “anne!anne! anne!” sesleri kesiyor. Balkonun kapısında ellerini cama dayamış heyecanla beni bekleyen bir çift göz.
Çocuk sahibi olmadan önce bir çocuğun nasıl sevildiğini, ne ile nasıl mutlu olacağını bilen biriydim. Tek çocuktum ama kuzenlerimin çocukları fazlasıyla anaç olmamı sağlamışlardı.
Şehrin tüm keşmekeşini içinde barındıran bir metropolde yaşıyorum. Çok isterdim şehirden uzak bir banliyöde yaşıyorum demeyi. Banliyö, şehirden uzak varoş mahalle. Yine kendi kendime güldüm. Varoş mahallelerdeki yaşamı merak ederdim.70lerde yaşasam hippi yaşam tarzına sahip olacağımı da bilirdim. Ama burada otuz bloktan on beş katlı ‘kentsel yozlaşım’la dönüşen binaların birinde yaşıyorum. İşime yakın, çocuğun okuluna yakın. Hasta babama yakın. Babam.. Annemi kaybettiğimden beri, yaslanabileceğim tek dağım.
Akşam yemeğini yiyip, kızımla yürüyüşe çıkıyorum. İki sokak ötesi babamın evi. Şuan yalnız. Sabah bakıcı kadın gelir, evinin temizliğini yemeğini yapar, gider. Tek çocuk hem de kız çocuk olmanın tüm şımarıklığını tattım. En iyi okullarda okudum, en iyi eğitimi aldım, en iyi hobileri edindim. Kızım da benim gibi tek çocuk. Ama onun benden en büyük farkı ardında bir babasının olmamasıydı.
Babam çok yaşlandı. Çocukluğumun en etkileyici figürü. Tanrı, olsa olsa babam olurdu diyebileceğim, kocaman kafalı, uzun boylu, geniş omuzlu, her daim traşlı bir adam. Annesinin karnından müdür olarak doğmuş olabilirdi babam. İlkokul öğretmenlerinin yegane merak unsuru babaların mesleği olması sebebiyle, hep ‘benim babam müdür’ derdim. Ama ne müdürüydü bilmezdim. Aklım ermeye başlayınca babamın okul müdürü olduğunu, hak yemiş olmamak adına beni farklı bir okula yazdırdığını öğrendim. Hiç imtiyaz sahibi olmadım bu yüzden.
Zili iki kere çaldım, üçüncüye parmaklarımı uzatmış olmam, endişelenmem gerektiği sinyallerini verecekken, babam ağır ağır açtı kapıyı. Dedesinin boynuna atladı Bahar. Neredeydin, korkmaya başlamıştım demeye kalmadan, süpürgenin çalıştığını fark ettim. Titreyen elleri bardağı tutamamış, saçılan camları süpürüyormuş. Böyle anlarda gözlerim doluveriyor. Dizlerine kapanıp, gel bizimle yaşa desem de asla kabul etmedi bu teklifimi. Hep böyle aklım kalacağına, gözümün önünde ol dedim dinletemedim. O heybetli, ismiyle müsemma Kazım Karabekir İlköğretim Okul Müdürü Münir Beyoğlu, bakıma muhtaç gibi kızına sığınması ağırına gitmişti. İki gün sonra annemin ölüm yıl dönümü. Üç senedir ruhumun derinliklerinde o sızıyı her aynaya bakışımda hissediyorum. Anneme çok benziyorum. Sanki tarihin yeniden canlanması gibi. Başka bedende yeniden hayata tutunmaya çalışan bir Melahat Hanım. Bahar da bana. Üç nesil birbirinin aynı, bir videoyu tekrar tekrar oynatmak gibi.
Dedesinin kucağından inmeyen, bıcır bıcır konuşan bir kızım var. İyi ki o var. Annemin vefatıyla birlikte babamın da hızlı çöküşü beni ziyadesiyle karanlığa gömmüştü. Annemi hastaneye yetiştirmeye çalışan ambulansın içinde kalp masajı yapıldığını gören babamın kalp spazmı geçirmesi ve sonrasında haftalarca hastanede yatması, tüm bunlar olurken bir çocukla bir başıma her şeye koşmak.. O iki ay ömrümden iki yıl almış gibiydi. Bir süre toparlanamadım. Bahar’ı yaz kampına göndermek zorunda kalmıştım. Sakinleştirici ilaçlar gözlerimi açtırmıyordu. Babamın yanında olmam asıl ona destek olmam gerekirken bu şımarıklığımla sekiz yaşıma dönüyordum. Dümdüz ağaçsız sapsarı bir bozkırda saatlerce yürümek gibiydi annesizlik. Bir gölge arıyordum. Bir kavak ağacı. Usul usul hışırdayan yaprakları altında tatlı bir serinlikti annemin dizlerine başımı koymak. Saçlarımı ağır ağır parmak uçları ile tarardı. Uzanırken ona doğru baktığımda o kavak ağacını görürdüm.
Akşam sofrayı balkona kurmamı istedi babam. Küçük bir kare masanın sığdığı, annemden kalan, her bahar daha da coşarak açan çiçeklerin balkon demirinde asılı olduğu, sokak arasından denizin maviliğinin ucunu yakalayabildiğimiz küçük bir balkon. Babamın en sevdiği mezeleri yaptım. Balkonun köşesine bebeklerini dizen Bahar hem onlara yedirip hem kendisi döke saça yemeğini yerken, babamla koyu bir sohbete daldık. Hemen oradan nihavend makamı bir şarkı açtı. Annemle yaptıkları danslar aklıma geldi. Tebessüm ettim. Anason kokmaya ne dersin dedi koca çınarım. Olur baba dedim. Bir küçükle döndü mutfaktan. Masadaki mezeleri boşuna yaptırmamış bana, kaçın kurasısın sen dedim. Yudum yudum içip annemi andık. Çocukluğuma, oradan siyasete, günlük kavgalara oradan sokağa, insanlara sonra tekrar çocukluğuma. Cümleler kelimelere, kelimeler harflere..Harfler, sokaklar arasında gezip tekrar masamıza konuk oluyorlardı. Hatırladın mı dedi Manisa’da görevliyken lunaparka gitmiştik. Evet dedim. O evi çok seviyordum evimiz lunaparkın karşısındaydı. Her akşam tüm parlak ışıklar, renkler evimize dolardı. Babam içerden bir paket sigarayı aldı geldi. Bahar çoktan kilimin üzerine sızmıştı.
Derin bir nefes çekti; ‘O akşam dönme dolap havada asılı kalmıştı. İkimiz yukarıda, annen aşağıda bizi bekliyordu. Sen çok korkmuştun. Annene uzaktan öylece bakıyorduk. Şimdi o dönme dolabın en tepesinde yalnızım. Annene ulaşmak istiyorum ama vaktimin dolmasını bekliyorum, heyecanla, bozulan dönme dolabın tamir edilmesini.’
Sustum. Bir sigara da ben yaktım. Elimi kırış kırış olmuş iri ellerinin üzerine koydum. Ağlıyordu. Göz yaşları sigara dumanının altından görülebiliyordu. Herkesin gözü önünde düşüp, tüm acısına rağmen utancından susup köşeye çekilen küçük bir çocuk gibi sessizce içli içli ağlıyordu.
Acı ezme bitmiş getireyim mi dedim, burnumu elimin kenarıyla silmeye calışırken. Sanki çok tatlı mevzular konuşuyormuş gibi, içimiz hiç yanmamış gibi biraz da midemizi yakalım mı dedim. Güldü. Talcid vardı dolapta onu getir bakalım dedi. Mutfak tezgahına ellerimi dayadım. Yarım şınav çekecek sporcular gibi duruyordum. İnsan ölüme nasıl alışır diye diye ezmeyi ince meze tabağına yedirdim. Balkona geldiğimde küllüğe izmaritini basıyordu.
Yarın lunaparka gidelim dedi. Olur dedim.
Bahar gözlerini açtığında dedesini yanında uyur bulunca çok mutlu oldu. Bir süredir geceyi yanında geçirmemiştik. Beraber fırına ekmek almaya gittiler, balkondan yürüyüşlerini izledim. Bahar hızlı hızlı koşar adım kah zıplayarak kah tek ayak üzeri sek sek oynayarak çekiştiriyordu babamı. Bekar bir anne olmanın en zorlu yanlarını tadabilirdim, eğer arkamda babam, yanımda annem olmasaydı.
Kahvaltıdan sonra biraz sahilde yürüyüş yaptık. Bahar’a henüz lunaparka gideceğimizi söylememiştim. Betonla doldurulmamış ender sahil kentlerinden biriydi burası. Kumsal, bakir haliyle duruyordu. İsteyen güneşleniyor, isteyen denize giriyor. İsteyense sahil şeridinin bitiminde yazları kurulan panayıra gidiyordu. İlk girişte hemen bir pamuk şeker aldırdı dedesine. Kendileri önde ben arkalarında, çocuklar gibi şen yürüyorduk. Dönme dolaba üç bilet aldım. Bahar mavi olan sepete binmeyi istedi. Babam çok mutluydu, gözlerinden gökkuşağının tüm renkleri saçılıyordu etrafa. Dolap çalıştı. Yavaş yavaş yukarı, göğe, beyaz bulutlara yükselmeye başladık. İlk turu tamamlayınca babamın rengi sarıya döndü. Önce Bahar’ın hızına yetişemediğinden yoruldu diye düşündüm, sonra sessizleşti. Telaşlanmam gerekiyor muydu bilmiyorum. Aklım karışmıştı. Bahar’ı korkutmamak için sakin davranmalıydım. Elimden ne geleceğini bilemez halde öylece duruyordum. Dolap dönmeye devam ediyordu. Yere çömeldim. Baba iyi misin? Babam sağ eliyle yüreğini tuttu. Sesim çıkmadı, içimde keskin çığlıklar atarken sadece babamın ellerini tutuyordum. Babam sustu. Dolap durdu.
Ben gölgesiz ve susuz hayatıma devam ettim.