Sultan Hanım başı iki elinin arasında, diz çökmüş bakıyordu etrafına. O kadar çok ağlamıştı ki gözleri acıyordu. Baktığı yer tam yirmi beş yıl çalışarak emek emek ördüğü tuğlalardı; iki göz odası, el emeği eşyaları, çeyizinden kalma porselen tabakları, çiçekli perdesi, ördüğü dantellerdi… Gri bir dumanın altında hayal olmuşlardı şimdi. Elde kalan simsiyah bir bahçe, isli duvarlar, kül olmuş bir ocaktı…
“Ne yapacağım, nereye gideceğim?” diye kara kara düşünüyordu. Yardıma gelen insanlar, evi yanarken etrafta aklını kaybetmiş gibi çırpınan Sultan Hanım’ı oradan uzaklaştırmışlardı hemen. Başka da bir şey yapamamışlardı. Ağaçlar bir anda tutuşmuş, önüne çıkan ne varsa yakıp küle çevirmişti ateş.
“Nasıl olur?” diye ağlıyordu manzaraya bakanlar. Yemyeşil orman birkaç saat içinde yok olmuştu.
Zeynep avucunda tuttuğu kirpi yavrusunu Sultan Hanım’ın yanına götürmüştü. “Sizin bahçenizin köşesinde bulup aldım hemen.”
Sultan Hanım önce Zeynep’e, sonra yavruya baktı. Hislerini kaybetmiş gibiydi. Yardıma gelen insanlardan biri kirpiye su içirdi hemen. Onu bir beze sardılar, çünkü yaralar ve yanıklar vardı hepsinin avucunda, tutamıyorlardı kirpiciği.
Bir karabasanla gerçek arasında gidip geliyordu Sultan Hanım. Hangisine daha yakın olduğunu bilemiyordu. Kâh dalları kömür karası bir ağacın altında duruyor, kâh gidip çay koyuyordu gelen misafirlere. Gül desenli çay tabaklarını çıkarmıştı vitrinden. Börek de vardı, sabah yapmıştı kendi eliyle. Bolca doldurmuştu tabaklara. Bahçedeki ağaçların gölgesine kurmuştu sofrasını. Gelen misafirlere eli de gönlü de hep açık olurdu. Sonra birden acı bir kuş çığlığı duyuldu gökyüzünde. Gelenlerden bir delikanlı “Belki de anne kuş feryat ediyor böyle, yavrularını kaybettiyse,” deyip susuvermişti, yanlış bir şey söylemiş gibi. Sonrasında ise kocaman bir sessizlik.
Toprak yorulmuştu, yanan hayvanların feryadı dinmişti, gözlerdeki yaşlar artık kurumuş yok olmuştu. Vakitler akşam gibiydi, öğlen bile olmamışken. Ortalık kül rengindeydi, güneş küsmüş göstermiyordu kendisini.
Sultan Hanım, komşusu Hikmet Nine’nin torunu Okan’ın koluna girmiş sessizce yürüyordu. Bir hiçliğe doğruydu gidişi. Kasabada onca yıl bulaşık yıkayıp emek emek biriktirdiği para kül olmuştu. Su toplardı elleri köpüklü kaynar suların içinde. Çocuklarını okutmak için ne çileler çektiğini kimseler bilmezdi. Yıllar sonra döndüğü köyü, onu ölmeden mezara koyacakmış meğer, nereden bilebilirdi.
Zeynep ve arkadaşları bir gölgelik oluşturdukları güvenli alana bir avuç köy sakinini oturtmuş öylece duruyorlardı yanlarında. Elbet bir şeyler yapacaklardı, o insanları yakınlarına ulaştıracaklardı ama ilk olarak ne yapmaları gerektiğini bilmiyorlardı.
Araçlarından soğuk su ve içecek alıp gelmişlerdi. Yalnız plastik bardak yoktu arabada. Küçük bir kolide cam bardaklar vardı. Onlarla ikram etmişlerdi suları. Kirlenen bardakları toplayan Zerrin onları yıkamak için etrafa bakınırken gözü su taşıdıkları çeşmeye ilişmişti. O sular sayesinde bazı ağaçları, çalılıkları ıslatıp yanmaktan kurtarmışlardı.
Bardaklarla çeşmeye doğru yürüyen Zerrin, peşinden gelen Sultan Hanım’ı fark etmemişti önce. Küçük bir öksürük sesiyle varlığını hissettiren Sultan Hanım:
“Birlikte yıkayalım güzel kızım. Lütfen bana mâni olma.” demişti. Bu sözlerine çok şaşırmıştı Zerrin. Ama bir yandan da umut dolmuştu içi.
“Bir yerden başlamak lazım elbet.” diye mırıldanan Sultan Hanım’ı duymamıştı hiç…