Kendisinden beş metre kadar uzaktaki annesinden bir tohum olarak ayrılalı üç yıl oluyordu küçük hayıt çalısının. Annesi, büyük bir hayıt ocağıydı içinde gündüz kedilerin güneşten korunduğu, karanlık basınca da birkaç tür kuşun güvenle gecelediği. Yine böyle bir sonbahar günüydü. Aslında betonarme bir yapı olan fakat eskitme yöntemiyle en az yüz yıllık bir taş yapıyı andıran Papazlık Otel’in kibar müşterilerinden ikisi bu, kaba asfalt atılmış yolda akşam yürüyüşüne çıkmışlardı yemek sonrası. Ta ilerideki Ferah Villaları’na kadar yürümüşlerdi. Dönüşte anne hayıt ocağının önünde, Zeytinlibel’i arkalarına alan birlikte çekildikleri bir selfiden sonra genç kadın, eşinden bir de kendisinin tek başına fotoğrafını çekmesini istemişti tatillerinin nasıl geçtiğini ikide bir soran annesine göndermek için:
-“Dikkatli çek, güzel çıksın. Aşağısı da hatta deniz de görünsün.”
Genç adam:
-“Benim güzel çekmeme gerek yok. Senin olduğun fotoğraf zaten güzeldir.” dedi gülümseyerek.
-“Ay, teşekkür ederim canım, çok kibarsın!”
Kadın, “Bakayım…” diyerek fotoğrafını çeken eşinin yanına giderken kimi dalları mor çiçekli, kimi dalları ise tohumlanmış hayıt çalısını elleyerek bir daldaki tohum öbeğini avucuna sıyırdı. Sonra da kokladı avucunun içindeki tohumları. Çok keskin ama hoş bir kokusu vardı hayıt tohumlarının. Erkek, çektiği fotoğrafı göstermeye çalışırken kadın, tohum dolu elini eşine uzattı:
-“Kokla bak, ne kadar güzel kokuyor!”
Çekilen fotoğraf ikinci planda kalmıştı sanki. Eşinin açtığı elinden burun deliklerine keskin hayıt rayihası dolduğunda şaşkınlığını ve mutluluğunu gizleyemedi erkek:
-“A a! Gerçekten de çok güzel bir koku. Ne ağacı bu?”
-“Hayıt çalısı. Bizim oralarda da vardır. Sepetçi Romanlar genç filizlerini kesip kamıştan ördükleri sepetlerin iskeletini oluştururlar onlarla. Esnek olması örmede kolaylık sağlar. Uzun süreli kullanılır, kurtlanıp çürümez bu kokusundan dolayı da.”
-“Ne çok şey biliyorsun sen!”
-“Ben senin gibi şehir çocuğu değilim. Doğada, onun bir parçası olarak yaşadık hayatı.”
-“ Sepet örmeyi de mi biliyorsun?”
-“Yok canım! Onu bilmiyorum. Keşke bilseydim. Annemin bir Roman kardeşliği vardı. Köyümüze gelir, uygun bir komşumuzun damında, olmazsa köyün altındaki çınarlığa kurdukları bir çadırda sepet, sele, küfe örerek bunları köyden ihtiyacı olanlara satarlardı. Annem, çoğu kez ihtiyacı olmasa bile, kardeşliğine destek olmak için bu el emeği ürünlerden satın alırdı. Kimi zaman çadırda kalan kardeşliğine birlikte bahçemizden topladığımız sebze ve meyvelerden götürürdük hediye olarak. O zamanlar köylerde ekmek satılmazdı. Selime Kadın ekmeksiz kaldığında anneme gelirdi ekmek istemek için. Ben de bunlara tanıklık ederken öğrendim hayıtı. Bakayım şu fotoğrafa…”
-“Güzel çıktın güzel…”
-“Evet, güzel fotoğraf olmuş.”
Genç kadın, avucundaki tohumları yolun sağ tarafına, asfalt ile bir metreden biraz yüksek olan duvar arasındaki toprak zemine saçtıktan sonra otele doğru yürürlerken hâlâ eşine hayıt ile ilgili bildiklerini anlatmaya devam ediyordu:
-“Bilir misin? Hayıt tıbbi bitkidir ayrıca. Hayıtın tohumları, yaprakları, çıkarılan yağı tıpta kullanılır. Çok faydalı bir bitkidir hayıt ağrı tedavisinde, ülserde, sindirim sorunlarında…
-“Madem o kadar kıymetli bu hayıt, niçin attın avucundakileri öyleyse?”
-“Bak, buraya yeni toprak dökülmüş. Bu tohumlar bu toprakta çimlenip genç hayıtlar olarak doğacaklar seneye.”
***
Emekli Kamil öğretmen, Gökçay’da sahile biraz uzak bir yerde kooperatif hissesi olarak edindiği dairesini satıp Zeytinlibel’deki bu evi alalı on beş yıl olmuştu. En büyük hayali, bu evin arsası ile Papazlık Otel’in yolu arasında kalan ve tapuda “Bitişik arsa ile tevhit edilecektir.” notu bulunan eski Zeytinlibel Belediyesine ait olan yarım parseli alarak üst yola cephesi olan bir mülke sahip olmaktı. Eşine:
-“Bu yarım parseli almalıyız. Yarın öbür gün komşu arsanın sahibi almaya kalkarsa sorun yaşarız.” diyordu. “Hem eğimli arazide, ileride önümüzdeki arsaya konutlar yapılırsa kot gereği önümüz kapanır. Biz yapamasak da çocuklar kotu bu üst yoldan alarak bakarsın yeni ve deniz manzaralı bir bina yaparlar.” dedikçe eşi de:
-“Aman, Kamil! Neleri düşünüyorsun! Bu yarım parseli alabilsek gerçekten iyi olur. Hiçbir şey yapamasak arka bahçemiz büyür. Büyük bir bahçemiz olması da iyidir.” diyordu.
Aralarında iki yaş farkı olan biri kız diğeri erkek iki çocukları vardı. Çocuklar üniversiteyi kazanana kadar ağır masrafları olmamıştı. Ancak ikisi de üniversite okumaya başladıklarında ailenin masrafı ciddi şekilde artmıştı. Kamil öğretmen, çocuklarının burs ve kredi kullanarak okumalarına da –bizimkilerden daha muhtaç olanlar vardır diyerek- karşı çıktığı için bir dönem aile hiç tasarruf edemedi. Kamil öğretmen, bitişik yarım parseli alabilmek için ancak emekli ikramiyesini aldığında başvurabildi belediyeye. Encümen toplandı, karar verdi: Yüz on dokuz bin lira… Bu para Kamil öğretmenin aldığı ikramiyenin yarısıydı. Yine de sevindiler hedeflerine ulaştıkları için. Şimdi sıra yol ile büyüyen bahçe arasına güzel bir duvar örmekti. Bu işten anlayan bir usta bulduklarında Kamil öğretmenin, nasıl ağır bir işe girişeceğini anladığı için, yüzü düştü. Usta, örülecek duvarın en az altı metre yüksekliğinde ve on iki metre boyunda olacağını, böyle bir istinat duvarı yapmak için de arsa içinde en az üç metre genişliğinde bir tabana demir döşenerek duvarın demirlerinin bu pabuç yapıya bağlanacağını söylüyordu. Bu oldukça maliyetli bir işti. Kamil öğretmen ince ince hesaplar yaptı. Elinde bu yapıdan sonra hiç para kalmayacaktı. Eşi:
-“Olsun be Kamil. Hem bahçemiz derli toplu olur, hem burada geniş bir taras edinmiş oluruz.” dedi.
İnşaat başladı. Usta ile yaşanan ufak tefek gerilimler olsa da bir buçuk ay sonra inşaat sorunsuz bitti. En son geçen hafta Traktörcü Ramazan, istinat duvarı ile asfalt arasına çürük kayrak taşından oluşan yedi traktör dolgu malzemesini taşıdı. Kamil öğretmen kan ter içinde kalarak düzeltti düzensiz dökülen toprağı kürek ile.
Gün batımında, eşinin demlediği çayı terasta içerken yorgunluğunu unutuyordu sanki. Duvarın üst tarafından, yoldan gelen konuşmalara istemeden kulak misafiri oldu eşi ile:
-“Bak, buraya yeni toprak dökülmüş. Bu tohumlar bu toprakta çimlenip genç hayıtlar olarak doğacaklar seneye.”
***
Genç kadının, yeni dökülmüş toprağa saçtığı tohumlardan bazılarını kışa hazırlanan ot karıncaları yuvalarına telaşla taşıdılar mantar yetiştirmek için. Kimileri de ilk yağmurlarda otelin çatısından asfalta borularla inerek bir sele dönüşen yağmur suları tarafından sürüklenerek kuru derede oluşan sele kapılıp denize ulaştılar. Belki de yem oldular balıklara.
İlkbahar güneşi, kış yağmurlarıyla çözülmeye ve toprak olmaya başlayan çürük kayrakların üzerine vurmaya başladığında sihirli bir olay yaşandı: Sonbaharda genç kadının savurduğu tohumlardan birisi içinde bir şeylerin kıpırdadığını hissetti. Bu kıpırdama gittikçe şiddetlendi ve kabuk çatladı. Bu çatlaktan çıkan küçük bir kökçük adeta bir burgu gibi toprağı delerek derinlere gitmeye çalıştı. O zaman ilginç bir olay daha oldu ve çatlamış tohumun gövdesinden güneşi görmek için küçük bir yeşil yaprak da yüz gösterdi ürkek bakışlarla. Bu, bir doğumdu belki de anne hayıtın bile görmediği.
Küçük hayıt o yıl hayatta kalmak için çok büyük savaş verdi. Bir Ege kasabası olan Zeytinlibel’de yazlar ciddi kurak geçerdi. Küçük hayıt fidanı zaman zaman susuzluktan öleceğini zannetti bu yüzden. Neyse ki ara sıra Papazlık Otel’in havuzunun arıtma düzeneğinde sorunlar yaşanıyordu da oradan taşan su sıcak asfaltın üzerinden akarak küçük hayıta kadar ulaşıyordu. Kimi zaman kendisini haşlamasından korktuğu bu su onu kurumaktan kurtardı.
Bir keresinde de –ki o zaman boyu bir karışı geçmişti- otele gelen müşterilerden birisi otomobilini küçük hayıtın üstüne park etmişti. Otomobilin tekerleği tam da üzerinde durmuştu küçük hayıtın. Yaşadığı acı tarif edilemezdi. Neyse ki ertesi gün arıtmadan yine su taşmıştı da belini doğrultabildi küçük hayıt. O zaman, hemen ilerisinde dev bir orman gibi görünen annesi gibi olmayı nasıl da çok arzuladı.
Kışa girerken elli santim boyunda genç bir fidandı küçük hayıt. Yaprakları döküldü kış soğukları geldiğinde. Neyse ki soğuk dışında bir sorun yaşamadı kış mevsiminde. En iyisi uyumaktı. Bütün bebekler gibi küçük hayıt da uyudu kış boyunca.
İlkbahar güneşi damarlarındaki suyu ısıtırken gözlerinden dallar çıkarmaya başladı küçük hayıt. Tam da o günlerde çok kötü bir şey oldu. Paletli bir iş makinesi üzerinden geçerek yere yapıştırdı genç hayıtı. Dibinden kırıldı fidan. Yarasını onarsa da ayağa kalkması pek olası değildi. Yattığı yerden annesini gözlemledi. Annesi tek bir gövde değildi. Demek ki çok gövdeli olmak gerekirdi. Bir gövdeye bir şey olsa diğeriyle tutunurdu yaşama. Küçük hayıt yerden doğrulamayan gövdesinden vazgeçerek üç yeni sürgün verdi. Şimdi bütün enerjisini bu yeni sürgünlerine harcıyordu. Bu yıl kökleri daha derinlere ulaşmıştı. Toprağın neminden suyu emip besinleri körpe filizlerine daha güçlü gönderiyordu. Yaz boyunca adeta şımarttı genç filizlerini. Üç filiz de birer metre boya, bir çocuk serçe parmağı kalınlığına ulaşmıştı. Son baharı yaşarken uzun kışa daha dirençli bir genç hayıt olarak girmeyi düşünüyordu hayıtımız. Fakat bir gün hiç ummadığı bir şey oldu. Zeytinlibel’in Romanlarından Dul Nasibe elindeki küçük çekme çakısıyla beliriverdi genç hayıtın başında. Sırtındaki boş kutu kola tenekeleriyle dolu çuvalını sağ omuzundan sıyırırken sol kolunun altındaki kesilmiş hayıt filizleri destesini de sağ eliyle alıp yere bıraktı. Genç hayıt merakla izliyordu Nasibe’yi.
-“A be ezdiler mi seni!” dedi merhamet yüklü sesiyle. “Doğrultamadın mı belini?”
Yerde yatan yaralı gövdeyi “Bismillah!” deyip ayırdı kökten. Sonra da genç filizlerden ikisini kesti “Destur!” diyerek. Genç hayıt “Yapma!” diye bağıracaktı ki Nasibe:
-“Hadi, seneye daha güçlen de gel bakayım. Hem de taze sürgünler ver bana.” dedi.
Küçük hayıt şaşkınlık yaşıyordu. Canı yanmasına rağmen kızamadı Dul Nasibe’ye. O kadar şefkat doluydu ki sesi… Hem yaralı olan ve bir türlü doğrulamayan asıl gövdesinden de kurtarmıştı Nasibe onu. Ama seneye de geleceğini ve sürgünlerini keseceğini söylüyordu. En iyisi seneye sürgün vermemekti. Nasibe ayrılırken kararını verdi genç hayıt.
***
Küçük hayıt o bahar içinde ciddi çatışmalar yaşadı ama sonbaharda aldığı karara uydu. O tek filizini geliştirip bir gövde haline getirmeye ve gövdeyi taçlandırmaya çalıştı. Boyu pek uzamasa da karşıdan bakıldığında artık bir hayıt filizi değildi. Ne otele gelen araçlar park ederken üzerine çıkabiliyorlar ne de geçen iş makinelerinin operatörleri onu görmezlikten geliyorlardı. O, artık genç bir hayıt çalısıydı. Dallarının birkaç tanesinden mor çiçeklerini de açmıştı. Polen toplayan arılar bu çiçeklere kondukça zevkten ürperiyordu küçük hayıt.
Bir akşamüzeri Kamil öğretmen üst yolda akşam sporu olarak yürüyüş yaparken istinat duvarının üzerinden evinin bahçesini seyretmeye ve bir fotoğrafını çekmeye yöneldi. Kamil öğretmenin alışkanlık edindiği bir davranışı vardı: Her akşam kendi çevresinden çektiği bir fotoğrafı sosyal medyada “Hayırlı akşamlar…” başlığıyla paylaşıyordu. Duvara yöneldiğinde küçük hayıt çalısını gördü. Genç çalının çiçekleri diğer hayıt çalılarının çiçeklerinden daha koyu renkte ve daha canlıydı. Cep telefonunu çıkarıp arkaya gün batımını alarak bu genç hayıtın fotoğrafını çekti. Sonra dönüp fotoğrafa baktığında ilginç bir görüntüyle karşılaştı Kamil öğretmen. Önde canlı çiçekleriyle küçük hayıt duruyor, arkasında anne hayıt solgun mor çiçekleriyle ekranı doldururken daha arkalarda güneş ışınlarının kırılması yeşil ile mor rengi harmanlayarak yamaçları adeta lavanta tarlasına döndürüyordu. Fotoğrafın altına: “Bazen görünen aldatır insanı. Bu fotoğrafı küçük hayıt çalısını görüntülemek için çektim. Fotoğrafa baktığımda adeta bir lavanta tarlası gördüm. Sizce de öyle değil mi?” yazarak “Hayırlı akşamlar…” dileği ile paylaştı. Fotoğraf Kamil öğretmenin arkadaşlarından yüzlerce beğeni aldı. Hatta Ankara’da yaşayan ve Kamil öğretmenin “Cemal Ağabey” dediği bir dostu: “Bu küçük hayıt çalısı bir öyküyü hak ediyor diyerek bildirdi beğenisini. Çok memnun oldu Kamil öğretmen bu beğeniden. Sabahleyin gidip bir daha inceledi küçük hayıt çalısını alıcı bir göz ile.