Gölgelerin bile kaçacak yer aradığı sarı sıcak bir öğle… Güneşin çatırtısını duyurduğu, toprağın bin yerinden yarıldığı, aman billah vermez bir yaz günü… Kuştünek Köyü’nde insanların yarısı; çoluk çocuk, yaşlı, kadın, sakat-sağlam dışarıda, diğer yarısıysa cehennem sıcağına rağmen kapı-pencere örtük, havasız evlerinde birer ölü gibi kıpırtısız ve ölü grisi benizleriyle beklemekte. Köyün iki yarısı da korku dolu… Kendini evden dışarı atan da korkudan atmakta, kapı-pencereyi sürgüleyen de korkudan sürgülemekte… Tekmil yeryüzünde de insanoğlu işte tam da böyle ikiye ayrılır; ‘’Ben buradayım, görüyorsun ya, bana dokunma!’’ diyenler ve, ‘’Beni görme, yokmuşum gibi geç, bana dokunma!’’ diyenler.
Kuştünek Köyü’nde art arda duyulan, göğü yırtan silah sesleri; ardından bağırtılar, at kişnemeleri, sabi sübyan ağlamaları birbirine karışmıştı. Yakup Ağa; elinde tüfeği, ardında kişilikleri zamanla yok olmuş, birer ‘’Yakup Ağa Gölgesi’’ne dönüşmüş on- on beş kadar fedaisi… Alnındaki sarımtırak ter damlaları tomurcuklanır tomurcuklanmaz buharlaşıyor yerini yeni küçük damlalara bırakıyordu. Yakup Ağa; kır saçlı, yanık esmer yüzlü, her daim çatık kalın kaşlı ve öfkelenince kanatları inip kalkan büyük burnu, kocaman elleri, uzun boyuyla kendisini görende çok kötü bir vaka olmuş hissi uyandırıyordu. Yüzyıllardan bu yana Kuştünek’te atalarının, büyük dedelerinin, dedesinin, babasının ve nihayet kendisinin ağa olması; genlerine, bilinçdışına, bilincine karşı konulmaz bir ‘’tanrılık’’ yanılgısı işlemiş, kendinden başka hiçbir insana zerre miskal değer vermeyen, veremeyen birine dönüştürmüştü.
Yakup Ağa, elindeki baba yadigârı, gümüş işlemeli dipçikli, huğlu tüfeğini adamlarından birine verip elini gözlerine siper ederek köyün etrafına şöyle bir göz attı. Bir parmağıyla burun deliklerinden birini kapatıp gürültüyle sümkürdü. Burnundan çıkan cerahatı kısa, keskin bir ayak hareketiyle toprağa buladı. Biraz önce Koca Ömer Ailesi’nden öldürdüğü yedi adamın kurumuş kanlarını gömleğinden içleri kirden siyahlaşmış, ince bir toynağı andıran tırnaklarıyla kazıdı. Tırnağına bulaşan kızıllığa nefret dolu bir tiksintiyle bakıp yere sert ve dolu dolu tükürük fırlattı.’’Bağ evine gidiyoruz!’’ dedi ardındakilere, ‘’Birkaçınız şu meydanda leşlerin başında dursun. Beşikteki bebeye kadar herkes, herkes görsün ki Yakup Ağa öyle bir ağadır ki yalnız bu sefil köylülerin değil şu sarp dağlardaki eşkiyaların da yüreğinde iflah olunmaz bir korkudur. Ben, ben, ben Yakup Ağa ben kimmişim iyice bir bellesinler. Leşler kokuncaya, şişinceye kadar kalsın ki yüz yıl dillerden düşmesin bana düşman kesilenin akıbeti. Ben, Yakup Ağa; Kuştünek Köyü’ndeki her bir canın sahibiyim! Bu böyle bilinsin! Bu, bu, bu böyle…’’ Yanında kalan birkaç adamıyla bağ evine doğru yürürken onu gören herkesin baş eğdiğini, ona yol verdiğini, gözlerinde titrek bir korku tüttüğünü görmek Yakup Ağa’nın içine en derin yerlerine tatlı tatlı dokunuyor, ona tarifi dil ile mümkünsüz bir zevk veriyordu. İçin için babasına: ‘’Şu sümsüğe bak, ağa oğlu olacak bir de, itin eniği olamaz bu!’’ diyen, en küçük bir hatasında kendisini kırbaçlattıran rahmetli amcasına; ‘’Hay bre Pehlivan Kasım, gör yeğenini, gör ki bir adımda on köyü titreten bir yiğit olmuş. Sen pehlivanlığınla pehlivandın da ne oldu? Gör, gör ki yeğenin gör, gör, gör…’’ diyordu. Yine de amcasına olan gizli nefretini ezilmiş ruhundan dışarıya akıtamıyor, çoğu gece amcasının kâbusuyla kan ter içinde uyanıyordu. Bir süre böyle dalgın, için için hesaplaşarak yürüdü ki tam yolunun üstünde, bir kaya parçasına oturmuş Kör Resul’ü fark etti. Kör Resul’ün kendisini görmediği için ağasının, koskoca hem de şanlı şöhretli hem de yiğit, Yakup Ağa’sının karşısında böyle oturmaya cüret ettiğine, baş eğip el-pençe divan durmadığına kendini inandırıp alaycı bir sesle: ‘’Kör, hey kör! Beni görmezsin de sesimi de mi tanımazsın bre! Ben Yakup Ağa! Senin de, senin ebu ceddinin de ağası! Böğrüne saçmayı yemeden yolumdan cehennem ol da git!’’ Kör Resul de Koca Ömer ailesindendi. Öldürülenlerin anne tarafından akrabaları olurdu. Yetmişlerinde, tıknaz, ufacık bir çocuğu andıran, oldukça zayıf, avurtları içine geçmiş, köseydi. Gece gündüz Arapça yazıları olan varaklarla her seferinde ne yapıp edip Adıyaman’dan getirttiği halis Çelikhan tütünü içerdi. Tütünsüz çare yok ölürdü Kör Resul. Tütün bulamadı mı bir hoş olur, sinirlenir, kendisine küfreder, tek başına âmâ gözleriyle o tepeden şu dereye; şu büklükten o bahçeye gelir gelir giderdi. Tütün gibi var mıydı? Tütün, halis Çelikhan tütünü. Kel Rıza’yı sıkı sıkı tembih ederdi: ‘’ Rıza, hay Rıza… Sen ki benim öz be öz ana tarafı yeğenimsin. Uzak yola gider gelirsin de dayına, biçare, zavallı dayına bir torbacık tütün getirmezsen bil ki ne sen varsın benim için ne ben varım senin için. Bir torbacık, bir torbacık tütün getirmezsen aslın yoktur senin. Hay Rıza sen benim öz be öz, iyice bir öz ana tarafı yeğenimsin, Rıza hay Rıza…’’ Dökülmeden kalabilmiş birkaç dişi de tütünden iyice sararmıştı Kör Resul’ün. Her Allah’ın günü aynı giyitleri giyerdi; dört yerinden yamalı şalvarı, kirden yağ tutmuş gri kasketi, Maraş işi, yakaları kararmış işlemeli gömleği, kendisine çok bol gelen, içinde kaybolduğu tozlu, eski ceketi, lastik kundurası… Kaval çalan, dağlarda keçi çobanlığı yapan bir torunu vardı; Mıstık. Ergen yaşında, esmer, kavruk, zayıf bir çocuk… Kör Resul, Mıstık’ı çok sever; ara sıra kendisine birkaç avuç dağ elması, alıç, incir verir ona saatlerce kaval çaldırır, kendisi de sessizce, put olup dinler bazen de ne olduğunu kimsenin bilmediği bir şeylere, bir yaşantıya üzülürdü. Kırış kırış çenesi, dudakları iyice büzüşür, yüzü kızarır, damarları şişer ve kendini tutamayıp ağlar, ağlar, ağlar sonra da ‘’Yeter Mıstık, bu kadar yeter, yeter, Mıstığım yeter.’’ der susardı. Sessiz bir adamdı Kör Resul, çok sessiz. Onun konuştuğunu bu köyde çok az insan görmüştür. Herkes de onu bu hâliyle kabul etmiş, kanıksamıştır. Saatlerce, yalnız başına bir yerlerde oturur, taş kesilir kim bilir neler düşünür, hangi iklimlere, hangi zamanlara gidip gidip gelirdi. İnsan onu uyuyor mu, yoksa düşünüyor mu anlayamazdı bile. İşte şimdi de öylece kıpırtısız duruyordu. Akrabalarının demin öldürülmesinin taze acısı içinde burgaç gibi dönüp duruyor, bu acı; çaresizliğin, fukaralığın, kimsesizliğin, işe yaramazlığın ezikliğiyle birleşince dayanılmaz bir baskıya dönüşüyor, o da bu baskı altında öylece, öylecene oturuyordu. Ayağa kalkıp hürmet göstermesi bir yana, istifini bile bozmaması Ağa’yı çileden çıkarıyor, koca burnunu şişirdikçe şişiriyor, yüzündeki kasları sertleştirdikçe sertleştiriyordu. ‘’Kör, Kör Resul; seni öldürürüm Kör! Koca Ömer’in Kör’ü seni, seni de öldürürüm. Sen nesin ki, sen, sen bir köpek bile değilsin. Kalk yolumdan!’’ Kör Resul, yine öylece taş, katılaşmış bir ölü gibi duruyor. Yalnız yüzünü sesin geldiği yöne çevirdi, derin bir nefes aldı, gözlerindeki perdelerin ardında bir yıldırım yalımı yanıp kayboldu;
‘’Ben Resul’üm, Kör Resul,
Geceleri ilacımı öğütürüm
Sabahları yaramı sağaltırım
Ben Resul’üm, Kör Resul,
Talak, namus ant içerim;
Yerimden kıpırdamam, varsa ölürüm!’’ diye kendinden beklenmeyecek bir atılganlıkla çıkıştı Ağa’ya. Kör Resul, hayatında belki ilk kez iradesinin gücünü içinde hissediyor, bu dünyada kendisinin de var olduğunun, varlığının esrik tadını alıyordu. Hayatı boyunca yok sayılmanın, boyun eğmenin, korkunun, ağalar karşısında kendisinin ve soyunun değersizliğinin acısını boğazlıyordu. Bundandır ki, bu çıkışının iç gıcıklayıcı öfkesini, gururunu, asaletini, ta ciğerlerinde, ta ciğerlerinin içerisinde bir kâğıt kesiği gibi duyumsuyordu. ‘’Ben Resul’üm, Kör Resul!’’ Korkusuz, hafif, kaya gibi güçlü! Bir kez bile düşünmediği, düşünmeyi aklının ucundan geçirmediği Ağa’nın da insan olduğu, kendisi gibi olduğu fikri tüylerini ürpertiyor, onu bambaşka bir havaya bürüyordu. Görmeyen gözlerinden bir damla yaş yanaklarından süzüldü, burun direklerinde ince bir sızı hissetti, göğsü dolu dolu indi kalktı, indi kalktı. Bir şey daha diyecek gibi oldu, sustu. Dudaklarında görünür görünmez bir titreme esip geçti. Başı tekrar önüne düştü. Huşu içinde, bir derviş gibi ve vakur ve mağrur ve insanca, insanca…
Güneş, menengiç yapraklarını hışırtıyla kavuruyordu. Uzaklardan cılız bir horoz sesi duyuldu. Bir kapı sertçe çarpıldı, uzaklardan bir eşek anırtısı, cami dibindeki çeşmeden akan suyun sesi duyuluyordu. Bir el tüfek sesi bütün sesleri bastırdı. Kırlangıçlar, ağustos böcekleri ürkerek kaçıştı, kayalıkların içindeki yılanlar rahatsızlıkla kıpırdandı. Barut kokusu yayıldı havaya. Ses dağlarda yankılana yankılana tükendi, kayboldu.
Yakup Ağa, Kör Resul’ün cesedini toza bulanmış birinci sınıf, deri çizmeleriyle yana itti, Kör Resul’ün ceketinin iç cebinden köstekli bir saat yanına düştü. Yakup Ağa silahını adamlarından birine verip saati eline aldı, şöyle bir inceledi: ‘’Şu Kör, körlüğüne bakmadan neden saat taşır?’’ diye geçirdi içinden. Saatin kapağında bir tren kabartması vardı; uzun, uzun bir tren, buharları göğe savrulan kocaman bir tren… Yakup Ağa buna da anlam veremedi. Bir kaşı kalktı, yüzü ekşidi. Sinirlendi. Saati olanca gücüyle bir kayaya fırlattı. Alnında biriken teri kolunun yeniyle sildi. Arkasına dönüp adamlarına baktı. İçlerinden birini ilk defa amcası Kasım’a benzetti. Ağzının kuruduğunu hissetti. Dudaklarını şöylece bir yaladı. Yüzünden bir karanlık gölge geldi, geçti. Bir yerde yatan Kör Resul’ün cesedine bakıyor, bir de bir şeyler aranır gibi yanına yöresine bakınıyordu. Silahını eline aldı, havaya bir el ateş edecek gibi oldu, caydı. ‘’Ben’’ diyordu, ‘’ben, ben, ben…’’ diyordu da başka bir şey demiyordu.