Yumuşak olsun diye manavdan aldığı çeşitli bitkilerle itinayla sarıp sarmaladığı et, solmaya yüz tutmuş olan ateşin üstünde yavaş yavaş pişiyordu. Biraz dalgındı… Ahmet yemeğe gelecekti. Bunca yıldan sonra onu görmek istediğinden emin değildi.
Salatayı önceden hazırlamak için fırıldağın içine koyup kuruttuğu kıvırcık, havuç, salatalık ve kuru domatesleri yumuşasınlar diye önceden kaynar suda bekletmişti- kesme tahtasının üzerinde koydu. Düşünceliydi… Bunca yıldan sonra acaba Ahmet değişmiş miydi? Neler yapmıştı onca yıl, neden hiç evlenmemişti? Yok, kıvırcığı bıçakla kesmeyecekti, yaprakları, elleriyle tek tek yırtarak parçaladı. Egemen böyle istiyordu. Neymiş efendim, yeşillik yağ çekmezmiş sonra. Her şeyi babalar bilir zaten senin yerin mutfak gene yemeğin dibi tutmuş yanık kokuyor offf yeter. Hışımla bir salatalık alıp kıtır kıtır doğramaya başladı. Keskin bir acı hissetti birden. Baktı, elinde derin bir kesik vardı. Salatalıkların yeşili ile kanının kırmızı birbirine karışmıştı. Akacak kan damarda durmazdı ki. Ürperdi. Akış durana kadar elini soğuk suyun altında tuttu. Lavabonun giderine doğru yol alan kanın koyu kırmızdan açık pembeye doğru oluşturduğu renk girdabına baktı. Ahmet’i ilk gördüğü günü hatırladı, ince uzun boylu, utangaç hali gözünün önüne geldi. Aradan en az yirmi beş yıl geçmişti.
Kapı çalınca kocası açtı. O da mutfaktan koşarak kapıya yöneldi. Ahmet’i görünce şaşırdı, hem de çok şaşırdı ama belli etmemeye çalışarak kibarca elini sıkmakla yetindi. Bir patates çuvalını andırıyordu Ahmet. O kadar kiloluydu ki. Doğum yapmasına rağmen Sema, düzenli egzersizlerle bedenini dinç tutmayı başarmıştı. Aksi düşünülemezdi zaten zira kocası çakı gibiydi. Onun koluna takıp dolaştıracağı bir eş kendine iyi bakmak zorundaydı.
Yemek için sofraya doğru giderlerken Ahmet, Vincent Van Gogh’un tablosunun önünde durdu. Sema ile birlikte bir süre tabloya baktılar…
-Ne düşünüyorsun? Diye sordu. Obez bir küratör mü olmuştu yoksa?
– Bir ucube, dedi.
-O bir dahi ama Ahmet!
-Kulak memesini kesip bir fahişeye postaladığını biliyor musun?
-Off midem kalktı. Yemekten evvel anlatma böyle şeyler.
Birlikte oldukları dönemde de onu üzecek hikâyeler anlatırdı.
Oedipus’un altın broşlarını gözlerinin içine batırarak kendini kör ediş hikayesini öyle detaylı anlatmıştı ki bu korkunç travmayı yaşayanın bizzat kendisi olduğunu sanırdınız. Hele bir kedinin kuyruğunu benzin döküp tutuşturduktan sonra, kaçışına kahkahalarla güldüğünü söylediğinde hıçkırıklara boğulmuştu Sema. Şaka yapıyor diye düşünmüştü. O yaşlarda, ergenliğe giren bazı erkek çocukların kızları etkilemek için başvurdukları bir yöntemdi bu.
-Yaralanmayı hak ediyordu ve o da bunu yaptı, diyerek eli cebinde salona doğru dalgın dalgın yürüdü. Bir yandan da eliyle cebini karıştırıyor gibiydi. Her ne varsa taşıdığı, evirip çeviriyordu.
Sema’nın eski erkek arkadaşıydı ama birliktelikleri çok kısa sürmüştü. İlişkileri Semalar İzmir’e taşınınca ister istemez bitmişti. O dönem whatsup veya facetime yoktu, bir süre mektuplaşmışlardı ama devamı gelmemişti. Anne ve babasını çok erken yaşta bir trafik kazasında kaybettiğini duymuştu. Kader, yıllar sonra onları buluşturmuş, iki adam ithalat-ihracat yapmaya başlamışlardı. Doğrusu, onu yeniden görmeyi istemiyordu ama kocası ona fikrini sormamıştı bile.
Şaraplarını yudumlarken çalışıyorlardı. Egemen, Ahmet’in ağzından cevapları bir kerpetenle söker gibi almaya çalışıyordu:
-Sence fiyatı ne yapalım?
-Fiyat ne olmalı?
Aynı soruyu, sonsuz kombinasyonlarda tekrar tekrar soruyordu. Kocasının bu tarzı çok rahatsız ediciydi. Sanki dünya ıssız bir sessizliğe bürünmüştü. Varoluşun her zerresi sabırsızlıkla Ahmet’in tek kelime dahi olsa etmesini bekliyordu. Sema biliyordu bu hikâyenin sonun nereye varacağını. Zavallı Ahmet tırnaklarını yemeye başladı, ağzından tek kelime çıkmamıştı.
-Sana soruyorum, Ahmet’e dik dik tepeden bakarak.
-Hımm şey yani… Kocası vahşi bir panter gibi fırsat bulduğu an kurbanının üstüne atlayacaktı.
-Tamam. İşini kolaylaştırayım senin, yüz elli lira diyelim.
Egemen hep böyleydi, hep kurbanına bir nefes kadar yakın, onun sağında, solunda, tepesinde… Ahmet istese de bu girdaptan çıkamazdı artık.
-Şimdi söyle bana. Tüm masraflar çıktıktan sonra net kazancımız ne olur? Stok maliyeti, maaşlar, vergiler, sigorta, falan, bunlar sabit giderler, ne diyelim?
Ahmet omuzlarını silkti.
-Yanlış olursa, sonra beni suçlama ama bak! Diyerek bir fikir beyan etmekten kaçındı. İnine sığınmış bir ayı gibiydi.
– Senden hayır yok anlaşıldı. Şu CD’yi ver bana. Orada geçen senenin verileri var, mukayese edeyim.
-CD’yi muhasebeciye vermiştim geçen gün, geri verme… Sesi gittikçe kısılıyordu. Cümlenin sonu duyulmadı.
-Öff, diyerek masanın üzerine serpiştirilmiş birkaç sayfayı elinin tersiyle Ahmet’e doğru fırlatarak devam etti. Almadım desene sen şuna! Hem rakamları hatırlamıyorsun hem de eli boş gelmişsin. Sana tüm detaylarla gelmeni söylemiştim. Sen beni nerenle dinliyorsun yahu!
Hoş geldin Zeus! Egemen’in ağzından alevler çıkıyordu, göz bebekleri kıpkırmızıydı.
-Elli lira diyelim, bir fısıltı duydu Sema. Sesi ne kadar da cılız çıkmıştı. Ne dese boştu aslında, sonuç değişmeyecekti ki. Sema bu sahneyi kim bilir kaç defa yaşamıştı.
-Hah elli mi? Olur mu hiç! Senin iflas etmene şaşırmamak lazım. En az yetmiş beş lira olmalı! diyerek son sözünü söyledi.
-Tamam tamam, derken yere bakıyordu Ahmet. Kabul etmekten başka şansı yoktu zaten.
Ahmet’in cebindeki nesneyle oynaması hızlanmıştı. Asabi bir şekilde dipsiz bir kuyuda define arar gibi deşiyordu cebini.
-Her söylediğime onay vermen gerekmiyor Ahmet! Hayır diyebilirsin. Parmaklarını masaya vuruyordu. Tak tak tak!
-Yok canım, tamam işte. Bakışlarını yerden kaldıramamıştı.
Ah Ahmet ya! Sema aynada kendini seyreder gibiydi.
Bir ara kaçmaya yeltendi ama fazla uzağa gidemezdi ki. O da Egemen’in yanından ayrılıp tuvalete gitmekle yetindi. Lavaboya yaslanıp uzun uzun yüzüne baktı… Alnında biriken boncuk boncuk teri sildi. Çok çirkindi… Dayanamayıp elini cebine attı. İsviçre’den aldığı swissknife’ı çıkarıp ışığa tuttu ve bıçağın yüzeyinden duvarlara yansıyan rengârenk ışıklara hayranlıkla baktıktan sonra gömleğinin kolunu sıyırdı, aparatın muhafazasından çakıyı çıkarıp hafifçe bastırarak kolunun üzerinde ileri geri gezdirdi. Taşma anında, ani bir hareketle, bıçağın tırtıllı tarafını koluna doğru çevirdi ve yavaşça koluna yüzeysel bir kesik attı. Oh! Acının haz anında aynada yüzüne baktı, gevşemişti. Kesmeye devam etti, iki, üç… İp gibi ince kanın kolundan sızarak lavaboya akışını izledi. Gözlerini kapattı. Hımmm. Bu ritüel ona ne kadar da iyi gelmişti! Kolunu kuruladıktan sonra manşetini indirdi ve kol düğmelerini ilikledikten sonra ve tuvaletten çıkıp ‘eski dostlar’ına katıldı.
Hem sohbet ediyorlar hem de Ahmet’in avını parçalayan bir canavar gibi homur homur sesler çıkararak yemeği ağzına tıkışını izliyorlardı. İnsanlık dışı bir görüntüydü. Ellerinin üzeri tırmık içindeydi ve kimi yerde de öbek öbek kabuk bağlamıştı.
-Kediler seni çok tırmıklamış, dedi Sema ellerine bakarak. Onları seveyim derken öldürdün mü yoksa?
-Hıı, diye bir ses çıkardı. Tabağına yumulduğu için yüzünün ifadesini göremedi Sema.
-Acımıyor mu?
-Acı iyi hissettiriyor. Cevabı bir soğuk hava dalgası gibi kadının yüzüne çarptı.
-Ah, hatırladım. Biz lisedeyken bir kedin vardı. Bir kara kediydi, değil mi? Cevap gelmeyince devam etti.
-Ne oldu ona? Herhalde artık yaşamıyordur.
-Hastalandı ve sonra öldü.
Zavallı kedicik. Zavallı Ahmet. Çok da içiyordu. Üstelik yemeğe arabayla gelmişti. Egemen, yeter artık araba kullanacaksın, diyerek çocuk gibi azarlamasaydı onu keşke. İçi cız etti. Sema yüreğindeki buzları eritmiş, Ahmet’le eski günleri konuşmaktan keyif almaya başlamıştı. Birlikte şişenin dibini gördüler. Ahmet, boş şişeyi göstererek, alaycı bir bakışla mahzen kelimesinin üstüne basa basa:
-Senin şu meşhur “mahzen”de yıllanmış bir Châteauneuf-du-Pape vardır herhalde, diyerek Egemen’e baktı.
Mahsen dediği depodaki şarap dolabıydı. Ah be Ahmet, Egemenin en sinir olduğu şeyin küçümsenmek olduğunu bilmiyor musun? O şişeler sadece VİP konuklar için rezerveydi.
Egemen hiç istifini bozmadı. Biliyordu, Ahmet’in hiç şansı yoktu, çok da zavallıydı.
-Ben ne diyorum, sen ne diyorsun. Bak bana oğlum, yeter!
Oğlum mu? Hep aynı nakarat, bana bak oğlum, bana bak kızım. O herkesin üstündedir. Biz ondan aşağıyız ya! Sema:
-Ben gidip bir şişe getireyim bari, diyerek kimsenin yüzüne bakmaya tenezzül dahi etmeden kararlı adımlarla masadan kalktı. Egemen’in bu akşam yemeğinin bir an bitmesinden başka bir şey istemediği her halinden belli oluyordu. Kadın ise mahzene inmeye karar vermişti.
Deponun kapısını açtı. İçerisi zifiri karanlıktı. Duvara tutunarak dik merdivenlerden aşağıya inip duvardaki elektrik düğmesine bastı. Cızz Zıızz. Baktı, ses ampulün içindeki telden geliyordu. Tel, kor ateşe dönmüştü. Cızzzz. Cızzzzz. Bir anda ateş onu sardı. Yılmadı, o bir savaşçıydı. Alevlerin içinden geçip bir düzlüğe çıktı. Önünde sonsuz sınırsız bir orman vardı.
-Ateşe yaklaşma! Kızım dur!
O gün anne ve babasıyla kamp ateşi yakmışlardı.
Babasının uyarılarına karşı gelememiş, uzaktan alevlere bakmakla yetinmişti. Hava çok soğuktu, üşümüştü. Hem de çok üşümüştü ama alevlere yaklaşmasına izin vermemişti babası. Ama bu akşam vakit tamdı.
İnsanüstü bir cesaretle kenarda duran sopayı aldı ve ucunu aleve değdirdi… İşte sopa ateş almıştı ve coşkuyla alevi gönlere çekti. O bir atletti. Zeus’dan çaldığı ateşi insanlığa hediye etmişti. Ateş hiç sönmemecesine yanarken o, olimpiyat meşalesi elinde koşuyordu. Aleviyle büyük kazanı tutuşturdu. İşte ocağını yakmıştı. O bir kadındı. Doğurgandı, yaşamın kaynağıydı. “Çat pat” seslerini duyduğu an kendine geldi. Etraf aydınlandığında Sema da aydınlanmıştı. Bir şişe şarabı alıp yukarı çıktı.
-Ben istemem, dedi kocası oflayıp poflayarak.
-Paylaşalım o zaman Ahmetciğim, dedi kadın. Şerefe kadeh kaldırdılar.
-Neye içiyoruz?
-Hayatımıza ve… Hınzır bir ifadeyle kocasına bakarak:
-Yeni başlangıçlara, dedi. Nazik bir tebessümün eşlik ettiği zarif bir kahkaha ile taşı gediğine koymaktan kendini alamamıştı.
Egemen karısının bu tavrına bir mana verememişti.
-İkiniz de kafayı bulmuşsunuz, dedi.
-Hayat çok kısa. Bir kartalın gelip ciğerimi didiklemesini ya da Poseidon’un dalgalarının beni alaşağı etmesini bekleyeceğime savaşırım daha iyi, dedi.
Ahmet’e döndü:
-Mitlere, dedi ve ikisi birlikte kadeh kaldırdılar.
Egemen sofradaki iki insana mide bulandırıcı bir tabloya bakar gibi bakıyordu.
-Geç olmadı mı hayatım?
-Yo. Gece şimdi başlıyor! Esas sen yeni işinizi kutlamak için bir kadeh daha içsen,
Egemen prensipli bir adamdı. Saatine baktı,
-Gidip kıza bakayım. Gürültünüze uyanmış olabilir, diyerek yukarı kata çıkmak üzere bir hamle yaptı. Son sözünü söylemişti.
-Ben de birazdan çıkıyorum Egemenciğim, sonra görüşürüz, gibi bir şeyler geveledi Ahmet. Sema kendiyle meşguldü, keyifli bir ruh hali içinde, elindeki şarap bardağını çevirerek şarabın bardakta nasıl da kırmızdan pembeye pırıl pırıl parladığını seyrediyordu.
-Sinirlenip yatağa gideceği zaman hep kızımızın uykusunu bahane eder,
-Şerefe o zaman!
-Monomitlere! dedi Sema kadehini kaldırırken. Gülüştüler.
Yemek odası bir savaş alanını andırıyordu. Masadaki yiyecekler talan edilmiş, masa örtüsü leke içinde kalmıştı. Tatlıyı silip süpürdüler. İkisi de çakırkeyif olmuşlardı. Eriyip yanan mum örtüye akıyor, sönmemek üzere can çekişen alevden garip şekiller oluşuyordu. Sema baktı, elini uzatıp titrek alevi parmakları arasında bastırıp söndürdü.
-Acı iyi hissettiriyor diyeceğim ama acı kalmadı ki!
-Şerefine o zaman, dedi Ahmet.
-Darısı başına, dedi Sema ve bir süre sonra misafirini yolcu etti.
Ahmet dışarı çıktığında hava soğumuştu. Başını kaldırıp göğe baktı, pırıl pırıl parlayan yıldızları gördü. Evren ne kadar da büyüktü… Oysa o bir noktadan bile küçüktü bu sonsuzluğun içinde. Hiç arkasına bakmadan arabasını park ettiği yere kadar yürüdü. Sema hala kapıda duruyor mu, ona son defa el sallayacak mı diye merak içindeydi. Arkasına dönüp bakabilirdi. Ya yoksa? Dayanamadı, baktı… Kapı kapalıydı. Ona veda eden kimse yoktu.
Bir ses duydu. Başını yere doğru çevirdiğinde arabanın lastiğine sürtünen bir çift yeşil göz gördü. Bir kara kediydi ona bakan. Üşümüştü belki de. Ne kadar da sırnaşıktı. Eli cebine gitti, çakısını okşadı, evirdi çevirdi… Sema Egemen’i tercih etmişti. Etrafına baktı, kimse yoktu… Sema onu görmek istememişti. Yumruğunu sıkıp arabaya doğru bir sağ kroşe savurdu. Eli çok az acımıştı, çok az… Ani bir kararla kediyi kaptığı gibi arabanın arkasına atıverdi. Onu kimsenin görmediğine emindi.
Müslüm Baba’yı dinlemeye devam etmek için play tuşuna bastı… Sesi sonuna kadar açtı. Konserlerde elinde jiletle çılgınca kafa salladığı o eski günleri düşündü. Sonra kilo almaya başlamıştı. Artık hiçbir kız onunla flört etmek istemezdi.
Arabayı çalıştırdı. Cebindeki çakıyı çıkarıp direksiyonun üzerine yerleştirdi ve eliyle sıkıca kavradı. Gene kendine zarar vermesine engel olacak bir alternatifle karşılaşmıştı. Bu bir işaretti. Kediyle evde yalnız kalmak için sabırsızdı. Dikiz aynasından arkaya baktı. Yavru kedinin koltuğa kıvrılıp uyuduğunu gördüğünde çakısını daha güçlü sıktı. Ateşi harlanmıştı. Eve doğru gazı körükledi.
Bahar Umurtak 21.Mart.2024