Üniversitenin son sınıfında evlilik kararı alan Sevim ile Metin Ankara’da mütevazı bir düğün yapıp küçük bir eve yerleşmişlerdi. Sevim okulu bitirmiş ve işe başlamıştı ama Metin henüz okulunu bitirememişti. Metin felsefenin yanında şiirle de uğraşıyor şiiri çok önemsiyordu. Şiir üzerine çalışıyor, özellikle yeni imgeler oluşturma çabası içerisinde gecesini gündüzüne katıyordu. Türk şiirinin imgeler konusunda zenginleşmeye ihtiyacı olduğunu düşünüyor, felsefede kazandığı düşünsel deneyimleri şiire aktarıyor, duyuşsal derinliği oldukça derin metaforlar yaratma derdine düşüyordu.
Sevim hemen her gün Metin‘e derslerini vermesi konusunda uyarılarda bulunuyordu. Bazen bu uyarılarda aşırıya kaçıyor, Metin‘i sorumsuzlukla suçluyordu.
Metin ise bunların hiçbirine aldırmadan şiirin peşinde koşuyor, yayıncı arkadaşı Ahmet ile buluşup yazdıklarının nasıl okuyucuyla buluşacağı konusunda kafa yoruyordu. Yayıncı Ahmet, Metin‘in şiirlerine çok güveniyor, bu şiirlerin Türk şiirine yeni bir soluk getireceğini düşünüyordu. Şiirlerin felsefe ekollerinden yararlanılarak yazılması ve insanın doğaya yabancılaşmasını acıyla yoğurarak anlatması Metin‘in şiirinin güçlü yönünü oluşturuyordu.
Metin, şiirlerin üzerinde bir pırlanta işçisi gibi çalışıyor; felsefenin tecrübelerini kendi dil hâkimiyetiyle birleştirince ortaya çok güzel imgeler çıkıyordu.
“Şu kekre dünyada
Paylaşacak bir şey yok
Acıdan başka.”
Sevim, kızı Zeynep‘e hamileydi. Metin ise hala üniversitedeki derslerini verip mezun olamamıştı. Bütün yükün Sevim’de olması ve Metin’in eve hiçbir katkısının olamaması Sevim‘i daha da agresif hale getirmişti.
İki yıl sonra Metin‘in şiir kitabı çıkmış şiir çevreleri tarafından bu kitap heyecanla karşılanmıştı. Sevim ise Metin’in eve karşı sorumsuzluklarına daha fazla dayanamamış kızı Zeynep‘i de alarak bir daha dönmemek üzere İstanbul‘a taşınmıştı.
Metin için artık acı ve özlem yan yana gelip bir ateş çemberi oluşturuyor kendisini yakıp kavuruyordu. En kötüsü de kızı Zeynep‘i göremeyecek olması onun canını o kadar acıtıyordu ki…
Metin için Ankara’da bunalımlı yıllar başlamıştı. Yayıncı Ahmet bu duruma bir çare arıyor ama Sevim Metin’in yanına kesinlikle dönmeyeceğini söylüyordu. Metin, sabahlara kadar içiyor; öğleye doğru uyanıyor, evin içinde dolanıyor, sonra tekrar yatıyordu. Bir gün şair arkadaşı Behçet kapısını çalarak sert ve kendinden emin bir tavırla, Metin‘e:
-Metin böyle yaparak bir yere varamazsın!
Metin ise hayattan kopmanın bezginliğiyle şöyle bir kafasını kaldırarak:
-Nasıl yapmam gerek peki?
-Tamam sevdiklerin, ailen, seni terk etti. Böyle yaparak onları kendinden daha fazla uzaklaştırıyorsun. Bir an önce okulunu bitir, bu son nokta… Bak sınavımız yarın sabah, bu sınava birlikte girelim; okulu bitirelim. Başka cümle kurmak istemiyorum, daha önce yeterince bu tür cümleler kurdum.
Metin zor da olsa başını öne eğerek kafasını salladı.
***
Metin sınavı vererek mezun olduktan sonra Bingöl’e felsefe öğretmeni olarak atandı. Kızı Zeynep’i çok özlüyordu. Ondan ayrı geçen her dakika cehennem azabıydı… Zeynep’in oyuncak ayısı ve Zeynep‘ten kalan birkaç yırtık fotoğrafı Ankara‘dan Bingöl’e getirebilmişti. Burada tüm zamanını şiire ayırıyordu.
Ilık bir mayıs ayında oyuncak ayı ve yırtık fotoğraflarla evinin önündeki sandalyede Bingöl coğrafyasının tek türdeki ağacı kavaklara bakıyordu. Kavak ağaçları öyle hışırdıyordu ki sanki acılar denizinin dalgaları yüreğindeki sahile vuruyordu. Sevim ile aralarındaki son kavgada yırtılmış aile fotoğrafına bakıp duruyordu. Fotoğrafın yırtık tarafından Bingöl coğrafyasıyla tamamlamaya çalıştığı kızı Zeynep, fotoğrafın en güzel çiçeğiydi.
Acılar denizinde yüzdüğü sırada tutunacağı tek şey Zeynep’ten kalan oyuncak ayıydı.
“Ah kavaklar, kavaklar “
Nasıl da içindeki acıyı hafifletebilirdi. Yoldaş kavaklar.
“Acı düştü peşime ardından ıslık çalar.”
Derken sandalyenin üzerindeki rakısından bir yudum aldı. Sonra sigarasından derin bir nefes çekti. Fotoğrafı şöyle bir boşluğa tuttu.
” Beni hoyrat bir makasla
Eski bir fotoğraftan oydular.
Orda kaldı yanağımın yarısı,
Kendini boşlukla tamamlar.” dizelerini önündeki kağıda elleri titreyerek yazdı.
“Omzumda bir kesik el,
Ki durmadan kanar.” dizelerini de ekledikten sonra kalemi ve kâğıdı bir kenara bıraktı. Yaşamın acılarla yoğrulduğunu düşünürken gözünden bir damla yaş elinde tuttuğu oyuncak ayının üzerine düştü.
***
Yayıncı Ahmet’ ten bir telefon almıştı Sivas’ta birçok yazarın katılacağı bir şenlik düzenlenecekti. Metin’i de çağırıyordu, bu Metin için iyi bir fırsattı. Festivalde şiirlerini paylaşacak bir ortam oluşturabilecekti. Ülke çapında tanınan yazarlar da geliyordu. Kimler yoktu ki… En tanınmışlar da vardı, üniversitede şiire beraber başladığı arkadaşları da.
Arkadaşı Behçet ile kendileri için ayrılmış olan Madımak Oteline yerleştiler. O akşam Sivas’ta bir hareketlilik vardı. Kendisini ateist olarak tanıtan ünlü yazar da aynı oteldeydi. Bu yazara karşı yerel radyolar sürekli yayınlar yapmış halkı sürekli bu yazara karşı kışkırtmıştı. Metin ve Behçet olay çıkabileceği ihtimali üzerinde bile durmamıştı. Cuma namazından çıkan bir grup “Dinsizler Sivas’a geldi.“ diye söylenti çıkarak otelin olduğu yere doğru yürümeye başlamışlardı. Ortaçağ’da yaşananlara benzer bir cadı avı başlatılmıştı. Metin kalabalığın otele doğru yaklaştığını duyunca arkadaşı Behçet‘e dönüp:
-Buraya şiirlerimizi paylaşmaya geldik ama şiirlerin teması olursak hiç şaşırma, dedi.
Behçet, Metin’in ne dediğini anlamaz bir şekilde bakınca:
-Diyorum ki biz ölürsek kalan şairler de bizim şiirlerimizi yazarlar.
Behçet’in yüzündeki korku dolu bakışı görünce:
-Merdivende duran süpürgeyi aldı; gelirlerse bununla kovalarım onları sen merak etme, diyerek Behçet’i rahatlatmaya çalıştı.
Cadı avcıları akşama doğru binlerce kişi olmuş otele yaklaşmışlardı. ”Dinsizlere ölüm!“ dendikçe halktaki merak artıyor, dinini korumayı düşünen halk da bu güruha katılıyordu.
Metin arkadaşı Behçet ile birlikte otelin en üst katındaki merdivenlere kendinden emin bir tavırla oturmuş kalabalığın dağılmasını bekliyordu. Birden bir duman otelin her tarafını sarmış, Madımak ateşten bir çember olmuştu. Yangın, içerdeki her şeyi yakıp kavuruyordu.
Kalabalık ise bu cehennem ateşine bakarak ölümlerin kendilerini temizleyeceğini düşünüyordu. Ateşin bu kadar harlandığı karanlıkta etraf aydınlanmıyor. Karanlık çöktükçe canlar yere düşüyordu.
Artık Metin‘in şiirlerindeki kavaklar hışırtısını kesmiş, oyuncak ayısı gözlerini yummuş, aydınlığın peşine acı düşmüştü.