Sabahın dinçliği yerini yorgunluğa bırakmış, ertesi güne dek köşesine çekilmişti. Fatma Kadın, biraz soluklanmak için ağaçlıktaki söğüdün altına çöküp sırtını gövdesine yasladı. Irgatlığa gittiği köylerden dönerken yol üzerindeki bu ağaçlıkta yorgun bedenini dinlendirmek için her zaman mola verirdi. Meyve ağaçları, yeni mevsimi hasretle kucaklamıştı. Bahardan kalan çiçekler, kuruyup dökülmeye başlamıştı, şimdi saplarının diplerindeki yuvalarda tombul göbekli meyve çağlalarını görmek mümkündü. Bir aya varmaz, toplanacak kadar irileşirlerdi. Belki iki ay sonra da toplanmaya hazır olurdu. Kışı atlatmışlardı çok şükür. Saman kuyusundaki zahire ucu ucuna yetmişti. Kocası gittiğinden beri çektikleri, her baharda olduğu gibi umuda dönüşürdü. Büyük oğlunu da şehirde çalışmaya yollamıştı. Güzel günler, yakındaydı, yüreğindeki sevgi kadar yakındı. Ağaç dallarına bakarak ‘uyumamalıyım’ dedi. Daha Gocametlerin tarlasına ot biçmeye gidecekti. Belki biraz kuzukulağı, yemlik, keçisakalı filan da bulurdu. Ne de olsa Gocametlerin tarlası sulaktı. Fatma Kadın, bunları düşünürken yorgunluğa direnemeyen göz kapakları kapandı. İçi geçiverdi. Bir vızıltıyla yerinden sıçradı. Kocaman bir eşek arısı, açılan yaşmağına konmaya çalışıyordu. Elini hızla sallayarak, onu başından savdı. Sonra kızarık gözlerini sonuna dek açtı ve yükselen güneşe bakarak ne kadar uyuduğunu anlamaya çalıştı. Neyse ki çok olmamıştı. Şuncacık uyku bile kendine gelmesine yetmişti. Soğukkuyu lastikleri ayağından çıkmıştı. Uzanıp aldı, ayağına geçirirken bir karınca tümseği gördü. Minik kırmızı gövdeleriyle nasıl da hararetle yürüyorlardı. Şimdiden kış hazırlıkları ha, dedi, kendinin bile zor duyduğu bir tonda. Kocaman sapsarı bir eşek arısı, ısrarcı uçuşlarıyla karınca yuvasının üzerinde daireler çizerek vızıldıyordu. Karıncaların savunmalarını savuşturup savuşturup üstlerine çullanıyordu. Neydi niyeti bu bozguncunun? Fatma kadının içinden bir öfke kabarıp eşek arısına ağız dolusu küfretti. “Bırak zavallıcıkları, ne istersin minicik yaratıklardan?” diye söylendi. Sonra güneşin konumuna bakıp telaşlandı. Bu mola yerinde daha fazla oyalanmamalıydı.
Fatma Kadın, geride tozdan bir sis bırakarak Gocametlerin tarlaya doğru koşturdu. Irgatlar, yeşil bir halının içindeki karıncalara benziyordu. Eğilip doğrularak çayır biçiyorlardı. Uzaktan onu görmek için elini gözlerinin üzerine siper eden Çilliürü, yaşmağını çözerek yanında çalışanlara; “Sanırsan muhtarın karısı. Gün aştı gidecek daha yeni geliyor sultan.”
“Öyle deme.” diye yazıklandı Seyislerin Gülgez. “Günanı alıyon. Sabah, Hingilli’nin bağına çapaya gidecaadi. Herhal ordan geliyo.”
“Sen de pek yufka yüreklisin heri. Ciğeri itler yesin. Bari koynuna al yatır Fatma Karı’yı. Ne de olsa…”
Lafını tamamlayamamıştı. Kadınlar arasında bir kıkırdama oldu. Gülgez, mahmurlaştı.
“Gız Çilliürü sende hiç merhamet kalmamış. Savaşa gitti gocalarımız, ölmediler ya. Elbet bir gün dönüp gelirler. Senin gocan nerede, sen onu gonuşsan hele.”
Çilliürü, bir şey söyleyecekti ama Gülgez’in lafının devamında ne diyeceğini düşünerek didişmeyi kesti, söyleyeceklerini yuttu. Yanlarına gelen Fatma Kadın, ırgatları selamladı ve hemen kol yenini sıvazlayıp katladı. Herkes işine koyuldu, ağız dalaşı bitmişti. Gülgez, Fatma Kadın’a bakarak gülümsedi.
“Sana bir balya ot bağladım. Gocametin karısından yövmiyeni alırken onu da saydır. Yarın da topal Naciye’nin ekmeği yapılacak. Unutma, kalkar kalkmaz gel tandıra.”
“Sağolasın Gülgez.” derken ona şefkatle baktı Fatma Kadın.
Bu köyde kendini anlayan bir tek o vardı. Çolu çocuğu olmamıştı Gülgez’in. Kocasıyla beraber onunki de seferberliğe katılmıştı. Nicedir haber yoktu akıbetleriyle ilgili. Kan ter içinde kalıncaya dek ot yoldular. Gün, dağları aşmaya yakın çalıştı ırgatlar.
Fatma Kadın, yatakta bıraktığı çocuklarını düşündü. Arife’yi akşamdan sıkı sıkı tembihlemişti. Kardeşlerinin karnını aç koymasın, onlara yemek versin diyerek yer sinisine hazır etmişti öteberiyi. Öteberi dediğin de kışlık saman kuyusundan çıkardığı sarı bir kavun, ekmek yazdığı evin verdiği yevmiye karşılığı aldığı yer yer puanlı yanıklarıyla bir yufka. Yanına da küpün dibine yapışıp kalan tahta kaşıkla kazıdığı bir topak küflü çökelek. Bir testi de su.
Ot yolma işi biter bitmez bitişik köydeki Sekili Naciye’nin çamaşırlarını üfelemeye gitti. Sekili Naciye’yle beraber büyümüşlerdi, gelin olmaları aynı zamanlara rastlardı. İlk çocuklarının kırkı karışmıştı. Ama kader onun yüzüne gülmüştü. Sekililere gelin olmuştu. Hali vakti yerindeydi. Çamaşırlarını yıkadıktan sonra, Naciye küçülmüş ve yıpranmış esvapları bir bohçaya düğümler, onun eline tutuştururdu. Ayda bir de olsa, yakasız göynekler, çok işine yarardı Fatma Kadın’ın.
Çocuklarını neredeyse onun verdikleriyle büyütmüştü. Tabanı yıpranıp eprimiş çorapların boğazından ilmik çekip diğerini çitirdi. Kocası seferberliğe giderken, oğlu gurbete çıkarken en yenilerini onların ayağına vermişti. Acaba eskidiğinde ne yapmışlardı? Neyse ki geldiklerinde yenilediği çoraplar, hazırlanmış, sandıkta yerlerini almışlardı. Yunaktan çıktı, karanlık çökmeden çamaşırları serdi, çalışmasının karşılığı olarak bir çinik bulguru yüklendi, evin yolunu tuttu. Bugün muhtara uğrayacaktı, bir haber var mı diye sormak için. Ancak gece kavuşmadan köye ulaşması mümkün olmamıştı. Köyün sınırına geldiğini, ayın saçtığı ışıkta yıkanan çayırın kokusu ve güdük tepenin yamacındaki mezarlıktan anladı. Şimdi muhtara gitmek olmazdı. Köy odasının kör gözü gibi sönmüş iki kara penceresi, ayın gümüşî ışığını yansıtarak yolu gözlemekteydi. Kıpırtısız bahar gecesinde köyün uyuşuk köpekleri, Fatma Kadın’ın adım atışlarını sezmiş isteksiz bir iki uyarı havlamasından sonra miskinliklerine dönmüşlerdi. Kendi evine bir hırsız edasıyla sokuldu kadıncağız. Kapının zırzası gıcırdamasın diye, kanatlarını yukarı kaldırarak tek gözlü kerpiç damına girdi. Önlüğünün bağını çözdü, ocağın yanındaki sepetin içine yavaşça koydu. Serbest kalan önlüğün içindeki yövmiye rızıkları sepete yayıldı. Yeşillikler pörsümesin diye başka bir pırtıyla onları güzelce sardı Fatma kadın. Çocuklar, derin bir uykudaydı. El aynası kadar küçük pencereden zorbalıkla odaya dalan ay ışığında köşedeki ot yatağın içindeki tortop olmuş çocuklarının bedenlerine baktı hüzünle. Karınlarını doyurmuş olmalıydılar, yoksa böyle derin uyumazlardı. Korkusu azalmış, geri çekilmiş, neredeyse yok olmuştu. Başını yastığa koyar koymaz, uykunun huzurlu kollarına teslim oldu.
Sabahın ilk ışıkları yıllardır üstüne doğmamıştı Fatma Kadın’ın. Her gün gidecek bir işi olurdu. Köylüler, onun halini anlar, Cilliürü’den başkaca onunla uğraşan olmazdı. Köy muhtarı bile, Fatma Kadın’ın her gelişinde güzel haber elçiliğine soyunurdu. Fatma Kadın, öğlenleyin muhtara uğramayı kafasına koydu. Topal Naciye’nin ekmeğini yazmak için köyün tandırına girdi. Şalvarının önüne, iri dikişlerle dikilmiş, yamalı, beyaz önlüğünü bağladı. Kollarını çemberledi, yaşmağını başına dolandırıp sıkıca bağladı. Hamur teknesine yanaşıp sarı buğday ununu suyla karıştırıp yoğurmaya başladı. Alacağı iki ekmeği düşünerek gayretlendi. Sıcak sıcak götürüp çocuklarına yedirmeyi hayal etti. Bir ara muhtara da gitmeliydi. Belki Topal Naciye, muhtara bir iki dürüm yollardı. Bahaneyle kendi götürür hem de haber var mı, diye sorardı.
Ekmek yazmaya Gülgez de gelmişti. Sacın başına da Çilliürü geçmişti. Göz ucuyla Fatma Kadın’a bakıyordu arada bir. Laf söylemek için bahis açılması fırsatını kolluyor gibiydi. Şu Gülgez olmasa çoktan bayramlık ağzını açardı ya neyse. Kendini tutmaktan içi şişmişti. Ekmek yazan Fatma Kadın, yufkayı oklavaya sararak Çilliürü’ye her uzattığında onun kindar bakışlarını yakalıyordu fakat bir manaya getirmiyordu. Kendini işine kaptırmış gibiydi. Habire önündeki ufralıktan bezeleri alıp oklavanın altında bastırarak eziyordu. Bir ara yufkanın son yuvarlamasında ekmek inceldiği yerden yırtıldı. Çilliürü, dudaklarını yanlamasına kıvırarak güldü.
“Bunu mahsustan yaptın değil mi Fatma Karı. Yırtık yufkaların hepsi senin olacak belleme.” dedi. Adettendi, yırtılıp incelen yerleri çabuk kavrulan ekmekler, yardıma gelenler arasında paylaşılırdı. Fatma Kadın, afalladı. Öyle bir niyeti olmadığını komşu kadınlar elbet biliyorlardı. Çilliürü’ye sert bakışlarla devam etmemesi için uyarıda bulundular. Sonra sessiz sedasız işlerine devam ettiler. Ekmek istifi iki adam boyu yükseldiğinde hamur bezeleri bitti. Sofra tahtalarının üzerinde karınlarını doyurdular. Fatma Kadın, herkesten daha az yerdi. Payına düşenleri dürüp önlüğüne sardı, uçlarını beline soktu. Topal Naciye, hepsinden helallik aldı. Bir peşkire sardığı içli yufkaları, muhtara götürmesi için Fatma Kadın’a uzattı.
“Sana zahmet olacak.” dedi.
“Olmaz, olmaz,” dedi Çilliürü. “yolunun üstü değil mi Fatma Karı.”
La havle çekti kadınlar, Fatma Kadın hafifçe gülümsedi yalnızca. Tandırdan çıktıktan sonra içinde kalan öfkeli düşüncelerini açığa vurdu Çilliürü.
“Şu delinin kuyruğunu niye bunca tartıyosunuz, anlamıyom.”
“Ağzından çıkanı kulağın duysun Çilli.” dedi kadınlardan biri üstünün ufrasını çırparken.
“Ağzından çıkan, gövdene yapışmasın mazallah.”
Fatma Kadın, muhtardan aynı lafları duydu. Bir haber yoktu. Zaten kocasından umudunu çoktan kesmişti. Ama oğlu, koskoca fabrikaya çalışmak için gitmişti. Fabrikada kaybolmuştu da yolunu mu bulamamıştı? Ağaç gölgesindeki karıncalar bile koklaya koklaya yollarını buluyordu. Oğlu akıllıydı, mutlak bir sebebi vardı, haber salmayışında. Karınca değildi Mustafa’sı, güçlü kuvvetli, ne yapacağını belleyen biriydi. Elbet yakında gelecekti haberi. Bu muhtarın bakışları da can sıkmıyor değildi hani. Sanki ağzından çıkacak lafları hep tartıyordu, hep seçerek konuşuyordu diyeceklerini. Eliyle düşüncelerini dağıtmak için kafasının üzerinde daireler çizdi. Çalışmak iyi geliyordu. Gündelik konuşmalar, açık saçık kadın söyleşileri, onu alıp ruh dünyasından uzaklaştırıyordu.
Akşamın alaca karanlığında yine dönüş yolundaki söğütlükte mola verdi. Sırtını yasladığı ağacın dibindeki eşek arısı ölüsü dikkatini çekti. Karıncalar tarafından mağlup edilmiş arı, dört büklüm olmuş içi boşalmıştı. Karıncalar, onun cendeğini taşımakla uğraşmayıp öylece bırakmıştı. Fatma kadının dudaklarına bir memnuniyet gülümsemesi peyda oldu. “Hak ettiğini bulmuşsun, seni gözü doymaz mahlûkat.”
Delik lastiğinin içine kaçan taşı toprağı silkeleyip ayağına geçirdi. Son bir gayretle yerinden kalktı. Güneşle beraber, korku da dünyanın öbür yüzüne çekilmişti. Eve girdiğinde o bilindik kuyu sessizliği karşıladı menteşenin gıcırtılarında onu. Kullanılmaktan eskimiş, paslı kuytuluğa daldı. Yan tarafında karartılar, derin dinginlik içerisindeydi. Küf gibi duvarlara sıvanan çaresizlik gelip gözkapaklarına abandı. Fatma kadını sabaha dek rahatsız etmeden odaya sindi.
Horozlar öterken evin kapısını usulca çekip çıktı Fatma kadın. Ahırın duvarına yapışarak onu izleyen gölgeleri görmedi. Sekili Naciye, Gülgez ve Çilliürü, onun uzaklaşmasını bekledikten sonra evin kapısından içeri girdiler. Gürültü etmekten çekinmeden, ortada duran siniye yaklaştılar. İçinde buldukları kırıntıları sıyırdılar sofra bezine. Yatakta duran bohçalanmış öbekleri düzelttiler. Sağdakini sola, soldakini ortaya koyarak yer değiştirdiler.
“Ne vakte dek bunu yapacağız kele?” dedi Çilliürü.
Sekili Naciye, sertçe baktı Çilliürü’ye.
“Anlaşmıştık başta. Yapmaya gönlün yoksa hemen vazgeç. Biz Fatma Karı’nın hep yanında olacağız. Sen demiyo muydun? Ölüsü olan bir gün delisi olan her gün ağlar, diye.”
“Gız işte aynı şeyi söylüyoz. Diyiverelim gitsin.”
“Neyi diyivercekmişiz? Fatma Karı, bu bebelerin sandığın karaltılar aslında uyuyan Arife, Leyla ve Memmet değil. Birini besleme verdin. Ötekini erkenden everdin. Evinde bebe beliğin kalmadı. Mustafan da fabrikada makineye kaptırmış kendini, devlet kaldırmış cenazesini mi, deviverecen. Bize düşmez Çilliürü. Takdir-î ilahî. Bugün ona yarın bize. Merhamet et, bunu ona reva görme. Her gün gelip, bu evde yaşayanlar var diye çabaladığımız boşa değil. Fatma Karı’nın umudunu elinden almaya hakkımız yok. Nasıl başladık öylece de devam edeceğiz. Haydi çırp elindeki sofra bezini de evi karıncalar basmasın.”
Telaşın dile getiremediği gürültülü ziyaretçiler, işlerini bitirip, kapıdan geldikleri gibi çıkıp gittiler. Bu arada esen tatlı bir meltem, eşek arısının hafifleyen dış kabuğunu önüne katıp sürükledi bilinmedik yerlere…