Onu tanımak herkese nasip olmazmış meğer. Bunu sonraları daha iyi anladım. Bir kez bile karşılaşma şerefine nail olabildiyseniz anlardınız ne demek istediğimi. Onun kendiyle olan sohbetleri hep ‘Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde’ tadındaki masalları anımsatırdı bana. Bir pencerenin ardından geçen ömrünü ve Mukaddes’ine olan aşkını anlatırdı. O anlatırdı, siz gözlerinin sinemasında filmini izlerdiniz sanki. Sicim taneleri gibi dağılan yaşları kırışmış göz kenarlarının arasından süzülerek indiğindeyse hikayenin sonuna geldiğini anlardınız. Bazen ağlayışları yakarışları duvarlardan süzülüp bizim evden duyulurdu. Başına bir şey geldi sanıp kapısına koşardı anne ve babam. Öyle ki kapısını kırmışlığımız bile var. Kendine gelmesini bekler ardından eve dönerdik. Ama o biz ordayken bile görmez hikayesini yaşamaya devam ederdi. Ancak öyle şahit olurdum. Yoksa kimselere anlatmazdı o içini…
Her yaşam bir öyküdür aslında. Önemli olan başrol olabilmektir belki de. Tıpkı onun gibi. Fuat bey gibi. Dış kapının önünde ayakkabılık olmayan tek dairede onunkiydi. Bir terlik ve kunduradan başka bir şeyi yoktu. Onu tanıyınca çok sonraları anladım meğer ayakkabılar giyilmeden de eskiyormuş…
İki kez tıklatılan kapıya halısız parkenin üzerinde çıplak ayaklarıyla ilerledi. Adımları yavaştı. Ne de olsa onu bekleyen birisi, ona birinden gelecek bir şey yoktu. Her zamanki önemsiz rutinlerinden biriydi onun için. Her gün aynı saatte kapıcı İzzet gazetesini bırakırdı. Kapıyı tıklatan da ondan başkası değildi muhakkak. Gazetesini kapının eşiğinden alıp ivedilikle içeri girdi. Bugün de alması gerekeni alıp eşe dosta ölmediğinin haberini vermişti. Hiç kimseyle konuşmuyordu. Ancak gazete kapısında birikirse anlardı konu komşu öldüğünü. Öyle ya ne dışarıya adım atacak ne takati ne de isteği vardı. Evde olmayacaktı da nere de olacaktı. Mezarlığa kadar bile gitmeye ikna edemiyordu bir türlü ne bacaklarını ne de içini…
Denize bakan büyük penceresinin karşısındaki kanepeye oturup gazeteyi açtı. Süveterinin yakasında asılı duran eski gözlüğünü yerleştirdi gözlerine. İlk sayfanın manşetlerine bakıp karıştırdıktan sonra bunu da kanepenin üzerine ve kenarına yığılmış gazete birikintilerinin yanına fırlattı. Hiçbirini doğru düzgün okumamıştı. Amacı zaten okumak değildi. Onunki karışmadığı hayatı takip etmekti. Biraz kafa yormak, biraz amaç edinmekti belki de.
Hüzünlü bakıyordu gözleri. Kaşları yere doğru eğikti küskün küskün. Dudakları tebessüm etmeyi de unutmuştu üstelik. Zaman ondan önce sevdiğini daha sonra gülmeyi almıştı. Acılı bir insan gülebilir miydi? Sanki birazcık gülecek olsa şu duvarlar bile dile gelip onu ayıplayacaktı. Öylece gülmeyide unutuverdi işte. Sustu. Çekildi hayatın içinden. Usul usul evine kapanıp hayatla arasına bir pencere koydu. Ve oradan izledi mevsimlerin geçişini, açan çiçekleri, solan ağaçları, yeryüzünü yıkayan yağmurun penceresinden akışını. O dışarı çıkmamalıydı. Evet çıkmamalıydı. Hem çıkabilecek olsa koşa koşa mezarlığa gidip renk renk çiçekler dikmez miydi? Mukaddes kuşları çok severdi. Onlar için yapılan mermer sulukları hiç susuz bırakır mıydı? Seni ve gün görmemiş bebeğimizi koruyamadım, diye içli içli ağlamaz mıydı? Yapardı yapmasına da bir gidebilseydi…
Sedef işlemeli ahşap bastonundan destek alarak pencereye yaklaştı. Korna sesleri her ne kadar içinin yangınını harlasa da dışarıyı izlemeye devam etti. Bütün korna sesleri acı bir müzikti artık onun için. Sallanan ağaçları dans ediyorlarmış gibi izledi uzun uzun. Hayatın akışına bir camın ardından uzun zamandır olduğu gibi yine seyirci kaldı. Belki bir karışabilseydi insan içine…
Ne kadar zaman olmuştu evde olalı? Sokağa adım atmayalı? Yirmi yıl mı? Otuz yıl mı? Gerçi zamanında bir önemi kalmış mıydı ki onun için. Korkuyordu. İnsanların içinde olmak korkutuyordu onu. Gözleri gelip geçen insanların yüzünü izledi pencereden. Alelacele hayatın içinden kayıp giden insanların yüzlerinde gördü kimi zaman Mukaddes’ini. Gencecik ay yüzlü kızların çehrelerinde aradı kimi zaman onun güleçliğini. Böyle pencereden izleyebilirdi ancak. Ne zaman dışarıya adım atsa yakınından geçen arabaların camına yansırdı yüreğinin sızısı. Ne zaman ki araba süren bir delikanlıya denk gelse ailesini ondan koparan kansızın yüzünü görürdü. Kanlar içinde boylu boyuna yatan karısını hatırlatırdı her şey ona. Ellerini delikanlının boynuna dolamamak için kendini zor tutardı o zaman. Ya olduğu yere yığılır ya da kalabalığın için de sinir krizi geçirirdi. Hiçbiri olmazsa küçük bir çocuk gibi omuzlarını indirip kaldırımın köşesinde içli içli ağlardı. Kalabalığın içinde de yalnızdı işte insanın içi.
İnsan içinin acısını hissederdi ama görür müydü? O görüyordu. Karısı olmadan geçirdiği günler anlına ve bedenine her geçen gün bir kırışıklık daha eklemişti. Saçları hızla beyazlamıştı. Onları kaybetmeden daha bir gün önce sakalının griliklerini sayarken şimdiler de artışlarına da teslim olmuştu. Karısının jilet gibi ütülediği gömlek ve pantolonları yıkandığı gibi üstüne geçiriyordu artık. Mukaddes’in pikabını kaldırmıştı. Toz içindeydi zaten. Karısı olsaydı böyle mi olurdu? Açardı güzel bir Türk Halk Müziği yaşlarına bakmadan çocuklar gibi el ele neşeyle dans ederlerdi. Karısının çiçekleri de onun gibi solmuştu mesela. Onları da bir bir atmıştı. Bin bir emekle yapılmış salonu süsleyen dantelleri de kaldırmıştı daha sonra. Mukaddes’in ayak basmaya kıyamadığı dokuma İran halısını kaldırdı. Onun keyifle donattığı pencerenin önündeki masasını da kaldırmış yerine gazete istiflediği kanepeyi koymuştu. Bir tek yastık kılıfları hiç değişmemişti evde. Onun kokusu hiç gitmesin istedi yanı başından. Onun kokusunu alınca ellerinde hala Mukaddes’in sıcaklığı, yanaklarında buseleri olurdu sanki. Hala güzel sesiyle “Elbet bir gün buluşacağız” diye mırıldandığını duyar “Bu böyle yarım kalmayacak” derdi gözlüklerinin buğusunu silerken.
Hani bazı günler güneş yüzünü göstermez gri bir şerit çekilir ya gözlere işte o günler de daha da içine kapanırdı. Sanki bulutlarla yarışıyormuş gibi gözlerinden diğer günlerin aksine sağanaklar boşalırdı. Bir metrelik ipi boynuna geçirip karısının yanına gitmek için büyük bir arzu duyardı içinde. Veyahut bir kutu hapı mideye indirdikten sonra kanepeye uzanıp hayallerin arasından geçerek ona kavuştuğunu düşünürdü. Pencerenin yansımasında boynu bükük ağlayan bir Mukaddes görünürdü zaman gözüne. Hemen pişman olurdu düşündükleri için. Bir daha hiçbir şey düşünmek istemezdi. Kanepenin üzerinde kıvrılırdı derin bir uykuya dalmak ister gibi. Vaktinde ne olduğunun önemi yoktu. Saat kaç olursa olsun zaten onun için hep Mukaddes’sizliği on geçiyordu. Bir pencerenin ardından hatıralarla yaşıyordu. Öyle ki pek çoğunu anmak derin düşünmek de ona yasaktı. O öyle kolay kolay karışamazdı kalabalığa insan içine, en çok da kendi içine…
Bilmiyorum günlerden neydi. Ama çok iyi hatırlıyorum ki yine günlerden çok bulutlu grili bir gündü. Giyilmeden eskiyen ayakkabıları yoktu kapıda. Hayatı takip ettiği gazeteleri üst üste gelmişti. Bekletmek hiç adeti de değildi halbuki. Fısıltılar dolaşmaya başlamıştı rutubetli apartmanın içinde.
“Fuat Bey dışarı mı çıkmış?”
“Demek yakasında da gül varmış.”
“İyice kafayı yemiş bu adam.”
Çok değildi. Her şey dakikalar içinde olmuştu. Onun kapısının gıcırtısı, baston tıkırtısı, ayakkabılarının zeminde sürüklenirken çıkardığı ses, fısıltılar ve fısıltılar… Sonra büyük bir ‘Güüümmm’ sesi ardından İzzet’in feryadı duyuldu.
“Yardım edin! Koşun! Fuat Bey’e araba çarptı!”
Sonrası zaten büyük bir karışıklıktı. İzzet görmüş. “Fuat beyim gelen arabayı gördü ama hiç kenara çekilmedi, öylece durdu yolun ortasında.” Dedi. Onlar araba çarptı zannediyordu ama ben biliyorum o yakasına taktığı gülüyle buluşmaya gitti. İçine karıştığı, içine karıştırdığı biricik Mukaddes’ine kavuşmaya gitti. ..