Dilburnu çöplüğünde eşelenen gümüş sırtlı bir martı bayat konservelerden başka bir şey bulamayınca şansına küstü, tembel tembel gerindi. Giderek yaşlanıyordu. Gözleri karabaşlı martıyı aradı. Göremedi. Adanın ardına bakmaya niyetlendi, vazgeçti. Çöplükten havalandı, ada vapuruna yetişip birinin uzattığı simidi kaptı, biraz uçup denize doğru yumuşak iniş yaptı. Sırtının orta yerindeki ağrı keyfini kaçırıyordu. Eti mi, yoksa kemiği mi ağrıyor, anlamadı. Tam altından bir balık sürüsü geçti. Uzun zamandır balık avlamamıştı. Üstelik simitler şişkinlik yapmıştı. Onun için pek umursamadı. Sürüyü en geriden izleyen yaşlı bir balık, kendini emniyette hissetmiş olmalı ki, kaçmadı, martıya doğru sokuldu. Her halinden ağrı çektiği belli olan martıya, “Kılçık erimesi,” dedi. Onun da soğukta kılçıkları sızlıyordu.
“Güneye inmek lâzım.”
“Manyak mısın, ne kılçığı?”
“Kemik veya kılçık, ne fark eder? Yaşlılık işte”
“Bir gagalarım, görürsün yaşlıyı!”
“Hava atıyor!” diye düşündü. Bir bakıma iyi bir şeydi. Aksi takdirde bir martıya bu kadar yakınlaşmak intihar olurdu.
“Sizi bilmem, biz gidiyoruz. Buralarda yumurtlayacak, nefes alacak yer kalmadı.”
“Aman, ne haliniz varsa görün. Tadınız da bok gibi zaten. Sizi yiyende kabahat!”
Balık martıya hak verdi. Denizin ağır kokusu pullarına sinmişti. Yüzgeçlerinin altından gelen koku berbattı. Sürüye yetişmek için hızlandı. Unutulmuş veya öylesine atılmış balık ağlarının üstünden, ölü balıklar ve çeşit çeşit denizanalarının arasından zikzaklar çizerek geçti. “Marmara’yı geçince Boğaz’ın akıntısında mis gibi oluruz,” dedi. Tüm yoldaşları içindi bu dilek; fakat onları göremiyordu. Gevezelik ederken sürüyü kaybetmişti.
Sürünün planı Çanakkale Boğazını geçip Ege’ye ulaşmaktı. Toplu olarak yüzerlerse büyük bir balık gibi gözükür, düşmanlarından korunurlardı. Biliyordu, sürüden ayrı düşmek bir hataydı, dikkat etmeliydi ama kendine güveni tamdı. Tek başına da yapabilirdi. Sert bir kuyruk darbesiyle ileri atıldı. Boğaza yaklaştıkça deniz daha güzel kokmaya başlamıştı. Keyfi yerine geldi. Yüzeye çıkarak son bir defa sahile baktı, sudaki titreşimlere kulak verdi. Kıyıda inatla çocuklarını sudan çıkarmaya çalışan babalar ve inatla denizden çıkmayan çocuklar vardı. Şezlongunda yayılmış oturan yaşlı bir kadınla, fırfır mayolu, pembe gözlüklü bir kız dikkatini çekti. Kadın gazetesini bir yana bırakıp gözlüklerini çıkardı.
Pembe gözlüklü kız, yakın gözlüklerini silen kadına sordu:
“Babaanne, babaanne; babam annemi mi dövsün, beni mi dövsün?”
Kulaklarına inanamadı. Yıllardır buralarda ömür tükettiği için insanların dillerine yabancı değildi. “Birine söylesem uyduruyorsun der,” dedi, sinirle gerindi. Pulları diken diken olmuştu. İnsanlar anlaşılmaz yaratıklardı. Bu nasıl bir soruydu? İçinde çocukluk çağına hiç uymayan, rahatsız edici bir şeyler, en hafif ve yumuşatılmış ifadeyle sevgisizlik vardı.
İnsan olmadığına sevindi.
İnsanlar onların düşünemediklerini zannederler ama yanılırlar:
Muhtemelen baba karısını, yani anneyi dövüyor. Kızını da şakacıktan dövüyor. Kız anneyi seviyor. Babayı da seviyor ama bazen sevmiyor. Kız babaya, “Annemi dövme beni döv,” diyor. Annesini kurtaracağını umut ediyor. Baba geliyor, ikisini de dövüyor. Bu artık normal bir şey olmuş. Yemek gibi, içmek gibi… Kız babaanneyi merak ediyor. Niyeti babaannesinin kimi daha çok sevdiğini öğrenmek! Annesini mi, yoksa onu mu? “Anneni dövsün,” derse, onu sevdiğini anlayacak! Sevgi üzerinden değil de kızgınlıkların derinliğinde cevap aramak… Daha bu yaşta? Ne saçmalık! Bu insanların başka işi gücü yok mu?
Dayak, dövmek, vurmak balıklar âleminde bilinmeyen şeylerdi. Bir de zorbalık, zulüm, cefa, eza, çile, işkence gibi şeyler vardı. Aklı karıştı. İnsanları anlamak martılardan kaçmaktan daha zordu. Demek ki bazen birisinin diğerini dövmesi gerekiyordu. Tekrar çocuğa bakıp aklını ve konuyu toparladı, bir sıralama yaptı: Baba, ana ve çocuk! Erkek, kadın ve çocuk da olabilir. Kadınlar hep arada kalıyordu. Çocuklar bu sırayı daha küçükken öğreniyor, nefret damla damla birikiyor, kadınlar iki tarafa da kalkan oluyordu. Bildiği başka durumlar da vardı. Sevgi varsa problem yoktu, çıkarsa da çözmek kolaydı. Sevgi yok, problem varsa kavga çıkardı. “Erkektir, döver” demişti bir gün bir kadın, başka bir kadına… Buna “Deneyim” deniyordu ve deneyim, balıklar için de önemliydi.
Deniz kıyısı insanların birbirine verdiği sözlerle doluydu. “Sensiz yaşayamam” diye yemin etmişti bir gün bir oğlan, bir kıza… Yaşadığını balık gözleriyle bile görmüştü yaşlı balık. Başka bir gün, başka bir oğlan, bir başka kızı çok seven ve de sevmekten dövesi gelen oğlan; “Seni yâr etmem başkasına!” demişti. Sesi sevgiden çok tehditle doluydu. Falezlerin dibine düşen kız, o kızdı. Sonra dalgaların kayalara çarptığı bir başkasını anımsadı… İtilen veya itilmiş, kalpleri kayalara çarpmadan çok önce kırılmış kızlar… Çok sevmişlerdi ve çok ölmek istemişlerdi.
“İnsanca şeyler!” dedi, rahatladı. Balık olduğuna şükretti.
Boğazın akıntısı pullarının arasında birikmiş pislikleri temizledikçe ferahladı. Görüşü de iyileşmişti sanki. Marmara Denizindeyken katarakt başladığını sanıp üzülüyordu. Ayrıca sık sık ishal oluyordu. Sindirim sistemi altüst olmuş, kendi kokusuna bile dayanamaz hale gelmişti. “Bir daha oraya dönmem,” dedi. Kokusu normale dönünce çevresinde dolaşan balıklar artmaya başlamıştı. Pırıl pırıl parlayan gümüş renkli bir balık yaklaşıp sordu:
“İnsanlar bizi sever mi?”
Merak işte! Hiçbir insanın “Balıklar bizi sever mi?” diye sorduğunu duymamıştı. Denizlerin bütün sırlarını bilecek yaştaki balık, “Severler,” dedi. “Hem severler hem yerler. Yedikçe daha çok severler”
Gümüş renkli balık irkildi, yüzgeçleri dondu kaldı; “Nasıl yani?”
Yaşlı balık; “İnsanlık hali,” dedi. İnsanlar sevdiklerini “Yerim seni!” diye severler.
Gümüş balığın kafası karıştı, yönünü şaşırdı, kıyıya doğru yüzdü. Önünde kıpırdayan bir şey gördü, morali bozulmuş, karnı acıkmıştı. Ağzını genişçe açtı. Boğazı yırtılır gibi acıdığında artık çok geçti.
Yaşlı balık buna benzer birçok olaya şahit olmuştu. Gözlerinin önünden başka bir sahne geçti. Kaç yıl olduğunu bilmiyordu, çünkü balıkların takvimle işi olmazdı. Bir balıkçı ağzındaki oltayı dikkatle çıkarıp onu tekrar denize atmıştı. Ne olduğunu anlamayacak kadar küçüktü. Gümüş balığı da küçüktü ama bir daha geri dönmedi. “İnsanlar giderek daha açgözlü oluyor,” dedi, yüzmeye devam etti.
Cunda adasına gitmeye karar verdi. Akşama doğru balıkçılar evlerine dönmüş olur, rahat bir gece geçirebilirdi. Rahat ve güvenli… Acele etmesine gerek yoktu. Suyun art arda bir soğuk bir sıcak gelen dalgaları hoşuna gidiyor, kan dolaşımını hızlandırıyordu. Tadı da düzelmişti. Lâkin bu erken bir yorumdu. Diline değen ekşi ve tuhaf bir tatla kusacak gibi oldu.
Denizin ne kokusu ne tadı ne de rengi eskisi gibiydi. Kara tarafından gelen boz bulanık bir akıntı ona yaklaşırken suyun içinde dağılıyor, hızı kesildikçe denizin dibine doğru çöküyordu. Buralarda bir yerde denize dökülen dereler olmalıydı. Bunu öğrenecek kadar çok yaşamıştı. Lağımları ve fabrika atıklarını derelere boca etmek insanların düşüncesizce yaptıkları işlerdendi. Ya da doğayı mahvettiklerini bile bile, diğer canlıları görmezden gelerek, zalimce, doğrusunun nasıl yapılacağını bildikleri halde, basit hesaplarla…
Kendi geleceklerini hesaba katmadan…
İçgüdüleri “Kaç!” diyordu. Kafasını iki yana sallayıp harekete geçti. Bir an önce oradan uzaklaşmalıydı. Denizin dibi ölü yosunlar ve can çekişen yengeçlerle doluydu. Aşağıdan gaz kabarcıkları yükseliyor, sağında solunda patlayıp kötü kokular yayıyordu. Biraz daha hızlandı. Deniz çayırları ile kaplı düzlüğü geçince güneye inecekti. Baktı, bir daha baktı; deniz çayırı filan kalmamıştı. “Yanlış yöndeyim,” dedi. Batıya döndü, orada da yoktu. Balçık, sadece balçık vardı. Deniz değil, bir balçık gölünde yüzüyordu. Martı olup uçmayı diledi, en azından uçan balık, olmadı. Kendini çok çaresiz hissetti. Üstelik bir şey görmüyordu. Göz kapakları olsaydı açıp kapatacaktı veya elleri olsaydı gözlerini silip tekrar bakacaktı, fakat yoktu. Bir metre ilerisini bile zor seçiyordu. “Gene mi katarakt?” dedi. Olmadığını biliyordu. Boğazın sularında her şey pırıl pırıldı. Bir şey yüzgeçlerini sıyırıp geçti. Sonra bir şey daha… Denizin içinde yüzen, tanımadığı şeyler vardı. Önce denizanası sanmıştı, ama değildi. Gücü tükenmeye başladı. Deniz suyu solungaçlarına öylesine girip çıkıyor, bir işe yaramıyordu. Karanlıktı, yön duygusu kaybolmuştu, ne tarafa gideceğini bilmiyordu. “Çuvalladım!” dedi içinden. Kötü şeyleri aklından kovmaya çalıştı, kovamadı. Tahmininden fazlaydılar, ağırdılar, çöküp kaldılar. Kafası bulandı. Önüne çıkan şeyi fark etmedi. İnce ve yumuşaktı, tam burnuna çarpmıştı. Bir şey olmaz zannetti. Ağzını ve solungaçlarını iyice açtı. Yumuşak şeyin bir tarafı ağzından içeri girdi, boğazına doğru uzandı. Yutmak istedi, yutamadı. Gözleri karardı, gücü tükendi. Yapabileceği bir şey kalmamıştı. “Denizlerin bütün sırlarını bilmiyormuşum.” dedi, kendini akıntıya bıraktı. İyi tarafı; kılçıkları artık sızlamıyordu.
Balıklar için sıradan, balıkçılar için her zamankinden daha kötü bir gündü. Denizden çektikleri ağların her sene biraz daha hafiflemesine ve ağlarına takılan balıkların arasında plastik poşetler bulmaya ister istemez alışmışlardı, fakat poşetin içinden çıkan bir balığı ilk defa görüyorlardı.
Balığı alıp poşeti tekrar denize attılar.