Bazen bakar dururuz göğe, veyahut göğü süsleyen doğanın cıvıl cıvıl renklerine.
İlk bakışta ne kadar güzel görünür değil mi her şey? Kalktığınızda mis gibi kokan
tertemiz bir hava hâkim sokaklara. Sonra gökyüzünde parlayan sıcak bir güneş
süsler kaldırımları. Ağaçlar arkadaşlık yapıyordur bahar çiçeklerine. Bisikletler
vızır vızır, çocuklar içlerindeki neşeyle dolup taşırmış sanki onları.
Ama sanki düşünüyorsun da bir şeyler eksik gibi ruhumuzda. Ne bileyim, hani
böyle içine oturmayan bir şeyler var. Her şey bu denli güzel ve yerli yerindeyken
hem de. Ne olabilirdi sahi, gök mavi, orman bu denli yeşilken? İçimizde eksik
kalan bir şeyler olduğunu fark ediyoruz zaman içinde. Sanki yaşadıklarımızda
adını koyamadığımız hâlâ bir şeyler var.
Şile sahillerine doğru sessizce yanaşırken bir vapur, içlerindeki sürü sürü
kalabalığa imreniyor insan. Biraz düşündüğümüzde sorunun cevabını kendimizde
bulabiliyoruz. Aslında çok basit her şey: Kendi yüreğimizin tabiriyle kendimizi
yalnızlaştırıyoruz. Nereye gidersek gidelim, kimle olursak olalım, sanki bir başka
yalnız ruhumuz.
O imrendiğimiz kalabalıklara karışıyoruz gitgide. Konuşmaya çalışıyoruz ya da
yanımızda simit alan, çay alan birine ikramda bulunmaya çalışıyoruz. Hani
niyetimiz kötü değil ancak iki kelamı bir araya getirebilsek ah! İşte bütün mesele
bu ya, ruhumuz dili çözülememiş sessiz bir çocuk şimdi. Öyle bir sessizlik var ki
onun içinde; kelimeleri bütünlesek bile nereye varacağını bilmeden sonunu, nasıl
bitebileceğini düşünmeden bırakıveriyoruz tüm sözcükleri öksüzce. Yani
kelimelerimiz de sahipsiz kalıyor.
"İki kelamın bile hatırı vardır" derler. Ama bizim o kelamdan her şeyimiz eksik.
Belki de konuşunca eskisi kadar gereğince bir dolu samimiyet bulamıyoruz. Ya
da belki de bir "merhaba" ile bir gülüşü temas ettiremiyoruz ne yazık. Bir de işin
en kötüsü var tabii, onu hiç düşünemiyoruz: Ya karşımızdaki beni anlamazsa? Ya
dediğim kelamı gönülden almazsa? Ah işte bu en kötüsü ihtimallerin!
Doğada her şey dengedeyken sebepsizce kırıyoruz birbirimizi. Hiçbir nedene
bağlanmadan anlaşamamak ya da anlayamamak yoruyor kalbimizi. Bedenimiz
zaten yıpranmış onca iş yükünden ya da onca kalabalığın getirdiği ağırlıktaki
üstünlükten. Bir de üstüne üstlük içimizde sessizleşen bir şeyler oluyor. Birilerini
kırmamak ya da birilerini anlayamamaktansa sessiz olmayı seçiyor ruhumuz.
Hani dedim ya, çiçeklerin bile arkadaşı var, hayvanların bile. Arılar nasıl da vızır
vızır birbirleri için çabalıyor, birbirleriyle barışık. Biz ise hâlâ kendimizi
alıştıramadığımız şu sessizlikten çekip kurtaramıyoruz kendimizi.
Ama bir nevi de iyi oluyor. Biz anlaşılmayı bekliyoruz, sevilmeyi istiyoruz. Bir
sevgi eline uzanamayacak kadar yasaksa ellerimiz ya da iki kelamdan uzak
kalacak kadar tutsak ise dillerimiz, geriye kalan seçimde yine kalbimizdeki
sessizlikle baş başayız. Doğa ile konuşuyoruz, ağaçlarla, çiçeklerle, hatta ve
hatta en güzel hayallerimizi sığdırabildiğimiz mısraların şiirleri ile konuşuyoruz.
Öyle ya, kalemler anlıyor bizi sanki bu hayatta bir tek. Ama nedense insanlarla
konuşamıyoruz. Çünkü bildiğimiz veya bilmediğimiz ihtimallerin arasında
kaybolmaktan korkuyoruz. Ve bu yüzden her duyguyu, her insanı içimizdeki
sessizlikte yaşatıyoruz. Bazen bir şiirin sayfa yapraklarında, bazen bir şarkının
müthiş melodisine o sessizlikle kapılıp gidiyoruz.