İçimizdeki çocuk bizi öldürüyor… Yaşadığı şeylerin tekrar yaşamasından korktuğu ve bunun olası getirilerinden kendisini korumak için…
Hepimiz çocuktuk… Hepimizin kendisine özgün hikâyesi vardı… Hepimiz bu dünyaya geliş amacımızın ne olduğunu bilmeden, aileleri ve toplum tarafından şekillendirilen varlık kümeleriydik. Bileşkemizi besleyen iki temel duygu vardı bunlardan biri sevgi diğeri ise korkuydu… Sevgi ve korku; zıt görünen ama iç içe geçmiş kaosun efendisi iki duygu…
Çocuk, savunmasızdır ve bu yüzden güvende hissedeceği bir alanda olmalıdır ama içine doğduğu ailenin dinamikleri çoğu zaman bu ihtiyacını karşılamaktan uzaktır. Bu hayatta alması gereken yolun başlangıcı olan ebeveynlerinin istikrarlı ve yontucu davranışları ile “bir gün uyanırsa kendini arayacağı” bir modele dönüşür. Annesinden ya da babasından al(ama)dığı sevgiyi, ilgiyi, öfkeyi, korkuyu kendi içinde yeşertir ve büyütür. Korkusu farkında olmadığı fobilere ve bağımlılıklara dönüşür. Hayattan beklentileri de hayata kattıkları da farkında olmadığı ama bilinçaltında kayıtlı bulunan bu yaşanmışlıklar ile şekillenir.
Anne/baba gibi olmama çabası ve düşüncesi ve yolculuk planlaması genelde pek işlemez. Tam tersine çok fazla benzeşir ve onların bir kopyası gibi olur. Bunun büyük resimdeki izdüşümünü insanlığın binlerce yıldır aynı döngüde olmasına ve o büyük insani sıçramayı yapamamasına bakıp da anlayabilirsiniz. Konumuza dönelim, şiddet gören, onaylanmayan, kabul görmeyen, dinlenmeyen, düşünceleri önemsenmeyen, takdir edilmeyen çocuk kendi yolculuğunda karşısına çıkan insanlara da benzer tavırları farkında olmadan sergiler. Hatta evlendiğinde eşine ve çocuklarına da bunun daha sert hallerini yansıtmaktan geri kalmaz. Ama bunu bilerek ve isteyerek yapmaz, çünkü bu en nefret ettiği şeydir ve ona yapılanın acısını çok çekmiştir.
Olay insanın yaratılış hikayesine de benzer aslında. Kendisini çocuğunun yaratıcısı olarak gören ebeveyn ona kendi gerçekliğini dayatır, kurallarına ve ayetlerine uymazsa cezalandırır (cezalandırma illa fiziksel şiddet ile olmaz, tehdit, yoksun bırakma da bunun içindedir), uyarsa sever ve ödüllendirir. Çocuğun iki seçeneği vardır ve şeytanı da onu mutlu eden şeylerdir. Ve tanrısı ona bunları yapmamasını söyler ama onlar oradadır. Televizyon izlemesini istemez ama o oradadır ve kendisi izliyordur. Cep telefonuyla oynamasını yasaklar ama onun elinden düşmez. Zararlı şeyleri kullanmasını istemez ama sigarasının dumanı tenine kazınmıştır… Çocuğuna cennet vaat etmek ister ama yarattığı cehennemi görmez hatta onun sorumluluğunu da almak istemez ebeveyn… Garip değil mi? Her şey o kadar benzer ki sadece metaforik olarak farklı tanımlanıp duruyoruz onları. Büyümeyene kadar bilmediğimiz bu dünyanın içinde iki farklı benlikle var olmanın mücadelesini veriyoruz. Biri yaşadığımız andaki biz diğeri de çocukluğunda kalmış bilinçaltı ve onun hikayeleştirilmiş oyun alanı…
Çocuk, kaygısız ve tasasız yola çıkar. Masumdur ve beklentisi ise doymak ve sevilmek üzerinedir. İhtiyaçları karşılandığında da mutlu olur. Dokunuşlar ile kendisini deneyimler. O, oyun oynamak ister, çevresindeki şeylerin zararlı ya da zararsız olduğunu bilmez. Her şeyle bağlantı kurmak, anlamak ve fark etmek ister. Ona doğru itilir, gider dokunur, tutar, atar, çeker, sıkar, tadına bakar… Amaç öğrenmekten çok meraktır ve deneyimdir. O meraklı ve deneyimleyen çocuk bu süreçte yasaklarla tanışır, hatta ebeveynleri arasındaki tutarsızlığı da öğrenir. Büyümeye başlayınca bu yasaklar, engellemeler, tutarsızlıklar ve cezalandırmalar yüzünden çocuk ile büyüyen hali arasındaki bağ yavaş yavaş kopar ve “sen büyüdün artık, böyle davranmamalısın” yaklaşımları ile de son halini alır.
Büyümek en büyük ıstırabı olur. En büyük korkusu ile daha sık yüzleşir. En büyük korkusu neydi? Derseniz, çocukluğunda yüklenen tüm o olumsuz inançlar, duygular ve öğretiler idi diyebilirim. İşin ilginç yanı ne biliyor musunuz? Çocuk olan içimizdeki o deneyimleri yaşayan varlığımız iki farklı şey öğrenir. Birincisi kendisini suçlu görür ve kendisini cezalandırmak ister. İkincisi ebeveynlerini suçlu görürü ve onları cezalandırmak içine kendisine zarar verir ve ailesinin de bunların sorumlusu olarak acı çekmesini ister. İronisi gerçekliğinden bile ağır.
Çektiği sıkıntı ve sorunlara çare arayan ve bunun için psikolog/psikiyatristlerin kapısını çalanlara şimdi “içindeki çocuk” neler yaşadı bir bakalım diye yaklaşımlar sergileniyor. Biraz araştırırsanız birçok ülkede bu tarz yaklaşımlar ve çözüm tekniklerinin artmaya başladığını görebilirsiniz. Çare oluyor mu? Mutlaka oluyordur, fakat bütün sorunları çözebildiklerini zannetmiyorum.
Çocukken yaşanılan deneyimlerle o kadar fazla duyguya kayıt atılıyor ki bu duygular farklı zamanlarda tetiklendiğinde açığa çıkıyor. Şöyle ki “değersizlik duygusunu” 17 yaşındaki bir deneyim ile fark eden kişinin onaylanma duygusu 24 yaşındaki bir başka deneyimle ortalığa saçılabilir. Hatta sevilme arzusunu 50 yaşında sevilmediğini fark ettiği bir aşk ilişkisinde de öğrenebilir. İnsan çocuğu farklı dinamikleri olan ve duyguları var olan bir canlı türü. Uğradığı basit şeyleri farklı yorumlama gibi özelliğini de buna eklemek isterim.
Severek okuduğum yazarlardan Darel Rutherford’un Çözüm Olmak kitabında verdiği bir örnek konuyu çok iyi açıklıyor aslında. “Dört yaşındayken örnek aldığım kişi en büyük ağabeyimdi, aslında ona tapındığımı bile söyleyebilirdiniz. Bir gün okula gitmek için evden çıktığında, ben de onu takip etmiştim. Evden biraz uzaklaştıktan sonra peşinde olduğumun farkına varmış, beni eve kadar geri kovalamış, okula geç kalmasına sebep olduğum için çok kızmıştı. O incinmiş, kırılmış halimle bir süre somurtarak oturmuş, daha sonra da bir daha asla kimsenin beni üzemeyeceğine kendi kendime söz vermiştim. Hayatımda kesinlikle anlamsız ve önemsiz gibi gözüken bu olayın sonucunda, kimsenin beni sevmediğine dair saçma bir kanıya varmıştım. Hatta olayı daha da beter hale getirmek için biraz daha ileriye gidip, kimseye ihtiyacım olmadığına karar vermiştim. Çıkardığım bu tutarlı gibi gözüken sonucu besleyen hiçbir temel olmamasına rağmen, bu karar daha sonraki yıllarda hayatımın büyük bir kısmını etkiledi. Büyüme çağında birisi bana sarılmaya çalıştığında, onu iterek yanımdan uzaklaştırırdım. Sevgi dolu bir kucaklama, oynamayı seçtiğim kurban rolüne çok uygun değildi.” Şimdi bunu biri size anlatsa haydi canım saçmalama dersiniz değil mi? Böyle basit bir şey bu kadar travmatik hale nasıl gelebilir, geliyor işte… Dünyada sekiz milyardan fazla insan var ve çoğunun hikayesi size saçma gelebilir ama EGO kendisini korumaya almak için o çocuğu kapatıyor, saklıyor, gizliyor, kurban rolüne sokuyor ve günün sonunda kendi istediği kıvama getirip orada tutuyor. Ama baştan ebeveyn demiştin, toplum demiştin, öğreti demiştin, inanç demiştin dediğinizi duyar gibiyim. Evet, onların hepsi de egodan inşa edilmiş kimlikler ve her düşünce bir egodur tıpkı her inancın bir ego olduğu gibi sarar kimliğimizi. Aile kendi egosu ile koruduğunu düşünüp kimliğini elinden alır. İnanç kendi egosu ile senin günah işlememen ve vaat edilen cennete gitmen için sana dair her şeyi alır ve onları verirsen tanrının açığa çıkacağını söyler. Düşünce ya da ideoloji kendi egosu için senin ona teslim olmanı ve onun için ölmeyi bile göze almanı ister böylece senin fedakarlığın ile tüm insanlığın kurtulacağını sana öğretir. Hepsi masum ama gerekli görünen bir düşünce ile seni yok eder… İçindeki çocukla birlikte içindeki sen de yok olursun ve gerçekliğini aramaya başlarsın. Bir kuşa öykünürsün, bir ağaca dönüşmek istersin, bir damlaya binip denizler aşmayı hayal edersin. Her ne yaparsan yap hedeflediğin şey içinde yoksun kaldığını düşündüğün çocuğu mutlu etmektir o da çok mümkün olmaz ve sen arayışla, hasretle, özlemle sonraki hayatında ödüllendirilmeyi bekleyerek bu hayatın finalini yaparsın.
Ne önerirsin Murat.
Doğum ile ölüm arasındaki geçiş sürecinde her birimiz farklı deneyimler yaşasak da benzer duyguları deneyimliyoruz. Bunların oluş aşamalarında takındığımız tavırlar bizi ileriye götürebilir ya da o duygunun içinde kaybolmamıza neden olabilir. Çocukluğumuzla başlayıp, eğitim sistemi ile devam eden ve toplumsal kurallarla şekillenen kişiliğimiz günün sonunda içine dönüp bunu anlamlandıran kim ve ne var diye bakmayı akıl etmez onun tek bildiği şey vardır, “suçlular”… Onlar yaptı, onlar sebep oldu, onların yüzünden oldu, onlar bu hale getirdi. Suçlayıcı dil kalıpları ile büyüyen ve sorumluluk almaktan çok uzak yaşayan insan çocuğu günün sonunda kendisine dönüp de bunu neden yaşadım? Sebebi ne olabilir? Bunu daha önce nerede yaşadım ve neden sürekli tekrar ediyor bu davranışlar? Buna sebep olan ben miyim? Neden bunun olmasına izin verdim? İçimdeki “Ben”ler ne yaşıyor? Çocuğun sancısı nedir? Gibi sorular sormadan yolculuğuna devam ettiği için çaresiz şekilde debelenip durur. Uyanması mümkün mü? Suçlamaktan özgürleşip nedenlerini fark edip dönüştürürse o çocuk mutlu ve huzurlu hale gelebilir. Yoksa hayat gelişine vurup skoru arttırmaya devam eder. Hayat 1 İçinizdeki Çocuk 0 olmasın… Ya eşitliği sağlayın ya da 2-1 öne geçin… Mutlu olun…
Yapay zekaya sordum sen ne önerirsin bu insan çocuğuna diye… İki alternatif son önerdi…
1.Öneri
İçimizdeki çocuğun ihtiyaçlarını ve duygularını anlamak, hayat yolculuğumuzda karşımıza çıkan zorlukları aşmamızda büyük bir rol oynar. Bu çocuk, bize saf sevgi, merak ve neşe sunar. Onunla bağlantıya geçmek, hem geçmiş yaraları iyileştirir hem de geleceğe umutla bakmamızı sağlar. Gerçek benliğimizi keşfetmek ve özgürleşmek için içimizdeki çocuğun sesine kulak vermeliyiz.
2.Öneri İçimizdeki çocuk, hayatımızın her anında bize eşlik eder ve yaşadığımız deneyimlerde kendini gösterir. Onunla barışmak ve onun ihtiyaçlarını anlamak, hem kendimize hem de çevremize daha sağlıklı ve sevgi dolu ilişkiler kurmamıza yardımcı olur. Geçmişte yaşanan travmaların ve kırgınlıkların üstesinden gelmek, içimizdeki çocuğu kucaklamakla başlar. Bu sayede, kendimizi daha bütün ve mutlu hissedebiliriz.