Kol saatimdeki zamana göre, iki saat kadar olmuş buraya oturalı. Geleni geçeni izlerken vaktin nasıl geçtiğini anlamamışım demek ki. Garson da gelmedi, bir şey istiyor muyum diye. Eskiden ben de geçtim aynı yollardan. Ne zaman başını ellerinin arasına alan birini görsem gidip de sormazdım bir şey yer mi ya da içer mi diye. Belli ki bir derdi var ve rahatsız etmezdim onu. Çok mu keder yüklü görünüyordum acaba. Belki de unuttular beni dünyanın bu köşesinde…
Derdim var ama çok mu az mı bilemem. Herkesin var derdi, kimin olmaz ki. Durdursam şöyle yoldan birini, sorsam. “En dertsiz insan benim” diyecek var mı acaba? Şüpheye düştüğüme göre belki de yok, dertli tasalı yok.
Eteğimin ucu yerleri süpürüyor, toplayayım derken botlarıma takılıyor gözüm. Yeşil olanı giymişim, hiç hatırlamıyorum ne ara alıp giydiğimi. Dolabın en altında bunu görmüşüm demek ki. Kahverengi eteğimle uyum içinde olmasına sevindim. Bak, bu ayrıntıya takıldığıma göre depresyonda mıyım acaba ama yok sonrasında uyuma mutlu oldum. Demek ki hala ümit var.
Kendimden ümidi keseli birkaç yıl oldu diye biliyordum. Bunun için yardımlar da aldım. Ne kendime ne de hayata dair bir kıvılcım kalmadığını düşünürdüm. İşimdeki düşük seviye, emeğimin karşılığını alamamak, dört yıllık birlikteliğimin bir aldatma ile sonuçlanması ki belki bir değildir ve unutulmak. Hatırlanmamak demiyorum, düpedüz unutulmak, yok sayılmak, hiç görülmek.
Şimdi tarihi pastanenin bir köşesinde bunları yazarken “hiç olmak” diye bir şey hatırlıyorum. Lisede felsefe öğretmenimiz söylemişti bunu. Hiç görülmeyi hak etmedim ama ben hiç olmayı hiç denedim mi ya da düşündüm mü. Yetebildim mi kendime… Şu dünyadan hiçbir şeyi dert etmeden ve sessiz adımlarla neden yürüyemedim…
Bütün bunlara ben mi sebep oldum acaba. Kendi güvensizliğim beni bu noktaya getirmiş olamaz mı…
Geçen yıl doktorum bana sürekli yazmamı önermişti. Kafamı toplayıp yazamadığımı söylemiştim. Asıl bunun için yazacaksın demişti sonra, kendin için. “Yazmak sessiz eylem ama büyük” dediğini hatırlıyorum ya da buna benzer bir şey.
Aldığım bütün defterleri yarım bıraktım. Bazıları da yazılarla değil karalamalarla dolu. Yatağımda dönüp durduğum ve uykuya teslim olamadığım gecelerde çizdiğim anlamsız şekillerle dolu bazı sayfalar.
Ama şimdi, nasıl oldu da bu kadar yazabildiğime şaşırıyorum ve kendime ilk kez teşekkür ediyorum. Birkaç dakika sonra uzun sarı saçları olan sevimli garson kız yanıma gelip bir kahve bırakıyor. İstedim mi hatırlayamıyorum ama hiç önemli değil bu. Tarçınlı, cevizli kek de istiyorum yanına. İçeriye göz gezdiriyorum. Karşı masada bir çift sessizce tartışıyorlar, dikkatli bakınca fark ediyorum. Ara ara dinlenip çaylarını yudumluyor ve sonra birinin aklına bir şey geliyor ve sessiz hararetlerini sürdürüyorlar. Duvar kenarındaki masalardan birinde orta yaşlı bir kadın görüntülü konuşma yapıyor birisiyle. Dilleri de işaretle. Bir zamanlar bir işaret dili kursuna gitmeyi istiyordum. Hemen bir liste yapıp ikinci sıraya alıyorum bunu. İçeri girenler, hesap ödeyenler, kapı önünde sohbet edenler, yoldan geçen bin bir türlü beden; endişe, hüzün, sevinç, nefret… akıp gidiyor hayatın içinden, benim gözümün gördüğü kadar hepsi de. Dahası var elbet, evveli ve ötesi de.
Listeme yolculuklar ekliyorum; görülecek yerler, okunacak kitaplar, verilecek sözler ve yapılacak işler…
Evimi temizlerken düşüncelerimi de gözden geçiririm diyorum, belki işimi değiştiririm. Yok kesin değiştirmeliyim, mutlu değilim çünkü. Listeme maddeler eklerim, belki günlük yazmaya başlarım küçükken yaptığım gibi. Adım atmadığım sokaklara düşürüp yolumu, fotoğraflar çekerim belki. Birkaç hobi edinirim, belki birkaç arkadaş da…
Kekimi bitirip toparlanıyorum. Kahvemin son yudumunu bir yemin gibi içip hesabı ödüyorum ve yolda giderken yazıyorum ilk maddemi:
Yazmak…



