Güneş bizim arkadaşımızdı ya da başından beri kendimizi böyle kandırmıştık. Sisli puslu sabahlarda doğmaya cesaret edemeyen rüyalarımızı, onun yüzünü çekinmeden göstereceği günlere saklamıştık. Güneş bizi hep ilk gördüğünde olduğu gibi sevecekti, anlayışlı halelerini üzerimize sererken, rüzgârın yoldaşlığını da sırf bizim için geri çevirmeyecekti. Sam yelinin kollarında yanımıza varan Haziran, geldiği gibi mevsimsiz günlerin ardında bıraktığı yaraları da iyileştirecekti. Zaten Haziran başlı başına bir mevsim demekti. Peki o zaman onun gülen yüzüne gölgeler düşürmek de neyin nesiydi? Hem de gölgelerin bile en kısa olduğu bugün de.
Karanlığa dair ne varsa en kısa zamana sahip bugün ama sanki yine hep tepemizde. Ensemizden bakarken, ufacık bir hata yapmamızı bekliyormuş gibi. İlk yanlış yapanın elinden kirazını alacak, yeni açmış ıhlamurları tek tek solduracak ve sırtımıza kalın mı kalın bir hırka konduracak. Yazın daha başında üşümekten titreyeceğiz. Ancak yarısı geçmiş bir yılı, dibi sıyrılmış bir tabakmışçasına önümüzden kaldıracağız. En katı olanlarımız belki kilitli bir sandığa bile koyabilir. Tabi üzerine naftalin yerleştirmeyi ihmal etmeden. Bütün yaz yosun yerine naftalin kokacak. Ben de deniz kabukları yerine naftalin kokulu anılar biriktireceğim. Hem de burnumu bir kez bile kapatma gereği duymadan. Tabi bunu yaparken gözlerim de açık olmayacak. Yoksa karanlık nasıl her yanı sarar?
Aslında gözlerimi kapatan da ben olmayacağım. Gölgeler kapatacak onları ve o gölgelerin altında saklanan da hayatın bin bir surete bürünmüş izlerinin parçaları. Bir gün geç kaldın diyecekler bana, ertesi gün erken geldin. Eksik yaptın ya da çok takıldın. Hep ama hep konuşacaklar ve ben bir türlü ne olduğunu anlayamayacağım. Anlayamadığım gibi ortada koşturup dururken zamanı sayanı da asla vaktinde yakalayamayacağım. Ne en uzun günü bekleyeceğim ne de en kısa günü seveceğim. Gözlerimi de tek yaptığı onları saymak olan saatten geri alamayacağım. Sadece ona açık olacaklar. Tik- tak diye vuruşunun odalarda yankılanması, çaresizce atan kalbimin sesini de bastıracak. Kendimi hep hayata geç kalmış hissedeceğim, ne yaparsam yapayım yetmeyecekmiş gibi. Daha sabahın ilk saatlerinden yorgun olacağım. Buna benzer günlerde ölen şairlerin ağırlığı bile benim üzerime çökecek. Peşlerinden “Haziran’da ölmek zor” diyenlere kulak vereceğim. Niye diye soran olursa da onları sebep göstereceğim. Hepimizi bu havalar mahvetti derken, konuşanın içtiğimiz umutsuzluk zehri olduğunu da görmezden geleceğim. Tıpkı betonların arasından bile sızacak yolu bulan umudu görmezden geldiğim gibi. Biri olmadan öteki de olmuyor sanki. Işıklar yandığı gibi soluğu insanın yanında alıyorlar. Ne olduruyorlar ne öldürüyorlar, bir türlü rahat bırakmadıkları gibi ellerini de güneşin üzerinden çekmiyorlar. Bir tutulma sanki, bir afet ortada. Onun yüzünden yaz günü fırtına vuruyor her yeri, aynı filizkıran gibi. Yeşeren bütün umutları da alıp götürüyor yanında. Yağmuru bekleyen tarlaları ise kurak vurduğuyla kalıyor. Ondan sonrası hep ama hep kurak.
Sanki bütün yapraklar dökülmüş bugün ya da yeni geleceklere yer açıyorlar. Bilemiyorum ben, pencerenin baktığım yerinden ne olduğunu tam seçemiyorum. Ve sanırım her şey de dönüp dolaşıp bu noktaya geliyor; pencerenin neresinden baktığımıza. Tabi bir de perdeleri açıp açmadığımıza. Kapalı kalan bütün perdeler, bir yerden sonra camlar gibi duvara dahil oluyor. Haliyle insanı da karanlığa alıştırıyor. Hatta peşinden güneşe bile bakamıyor. Belki de güneşin gözünü almasından korkup hiç açmıyor. Bu korkular ve sanrılar bir kış gecesinin üzerine tam oturacakken, gelip bugünün orta yerine kuruluveriyorlar. Gündüzün bu kadar uzun olmasından cesaret alıyor gibiler ama zaten başka türlü olsa da biz göremeyiz. Çünkü gözlerimiz hala kapalı. Demek ki camlardaki perdeleri aralamak da yetmiyor. Asıl açılması gereken insanın hayatla arasına astığı perdeydi. O perde açılmalıydı ki içeriye güneş girsin. Ama bizi kandırmayan, tıpkı bu haziran gününde olan güneş gibi.