Biliyor musun ne fark ettim?
Ne oldu? Yine ne fark ettin?
Onunla iletişime geçtiğin gün bana günaydın mesajı atmıyorsun. O günlerde sana ilk mesajı atan hep ben oluyorum, sen benim attıklarıma sadece cevap yazıyorsun. Onunla iletişime geçmediğinde ise gülücüklü kalpli günaydın mesajını ilk atan hep sen oluyorsun.
Allah Allah hiç fark etmemiştim. Detay oldukça ilginç, kutlarım seni, dikkatli bir gözlemcisin.
Dalga geçme lütfen. Beni sanki pohpohlayarak konuyu sulandırıp buhar etmeye çalışıyorsun gibi geldi bana.
Yok canım niye buharlaştırmaya çalışayım? Ben de sana şu soruyu sorayım ki meselenin konuşulmasından hiç de rahatsız olmadığımı anlayasın. Söyle bakalım, peki mesaj içeriklerinde bir fark var mıydı? Onları da yakalayabildin mi?
Hınzır hınzır gülmenden içeriklerine de nüfuz etmem gerektiğini mi anlamalıyım? Ama endişe etme, hevesini kursağında bırakmaya çok istekliyim bu sabah. Çünkü buna da dikkat ettim tabii. Haydi sevin bakalım biraz; içeriklerde samimiyet, şefkat ve ilgi açısından ciddi bir fark yoktu diyebilirim.
Ciddi bir fark yoksa, küçük de olsa bir fark yine de vardı yani, bunu mu demek istiyorsun?
Yani evet, küçük, minik farklar diyeyim. Başta biraz resmi, ciddi ve bir miktar mesafe kokan vurgu, kelime ve kısa cümleler. Ardından daha sıcak ve içten, sevgi ve ilgiyi yansıtan vurgu, kelime ve uzun cümleler. Sanki onun etkisinden henüz kurtulamamış, kafan ve gönlün oraya takılı kalmış; ama sonra birden kendine gelen, “ben ne yapıyorum yahu?” diyerek sohbete uyum sağlamaya çalıştığını ele veren ifadeler…
Sende kıskançlık var Hayri, düpedüz kıskanıyorsun beni. Benim açımdan bu iyi mi kötü mü bilemedim ama kıskançlığın iyi bir şey olduğunu elbette söyleyemem; nasıl diyeyim, bir kerte ruhsal hastalık bu tutum. Kelimedeki harflerin ve hecelerin hırçın, kalın, kaba ve korkutucu dizilimi bile insanda bir gerginliğe neden oluyor. Kıs-kanç-lık… Hecelemesi bile ürkünç. Kanç’ın ortaya kurulması pek hayra alamet değil.
Lütfen konuyu etimolojik ve semantik detaylara boğarak saptırma. Bir konuda herkes gibi değiliz, bizim farklı bir zorunluluğumuz var diye her konuda da herkesten farklı olmaya mecbur muyuz? Kıskançlığım elbette seni çok sevmemden kaynaklanıyor, ama benden bu konuda daha fazla hırçınlık bekleme. Benden buraya kadar yani. Sadece kafanı kuma gömerek her şeyi herkesten gizleyebildiğin yanılgısına, haydi diyeyim basitliğine düşme olur mu? Aklımla ve sezgimle alay etme!
Valla şekerim senden korkulur. Bu kadar da olur mu Hayri, pes doğrusu. Konuyu nerelerden nerelere getirdin, küçücük bebeciği büyütüp de damat ettin ya, daha sana ne diyeyim? Ama itiraf etmeliyim ki bana olan bu ilgin hoşuma gitti. Söylemlerimdeki vurgu, hece, kelime ve cümlelerime bu kadar dikkat kesilmene biraz gerilsem de yine de sevindiğimi, memnun olduğumu, hatta bir miktar da şımardığımı söyleyeyim. Çünkü insan değer verdiği varlığın detaylarına dikkat kesilir. Onu gözü gibi korur, kollar; her şeyine özen gösterir, ses tonuna, hecelerine, kelimelerine, dizilimlerine. Ne bileyim onun etkilendiği ve üzüldüğü her şeyi anlamaya çalışır ve sağaltmak için elinden geleni yapar. Buluttan nem kapmak, bana duyduğun ilginin ve verdiğin değerin bir yansıması olarak kabul edilse bile aynı zamanda bir alınganlığın, haydi içimde kalmasın söyleyeyim gereksizce yaratılmış bir alınganlığın da göstergesi olabilir mi acaba Hayri?
Onu bunu bilmem de ciddi ciddi seni kıskandığımı bilmeni isterim. Hâlâ iki arada bir derede kalan bir görüntü vermen de ayrıca moralimi bozuyor. Bu yüzden tüm yönleriyle sadece bu konuyu tartışmak istiyorum seninle. İşin içine başka konuları katmadan, sağa sola kement atmadan, şu da şöyle olduydu, bu da böyle olduydu demeden. Bilirsin dönemeçler çoğaldıkça hassasiyet ve öze temas azalıyor ve yapılan çalışmadan tatminkâr bir sonuç çıkmıyor. Aksine tüm konular birbirine giriyor ve her şey Arap saçına dönüyor. Konular dallanıp budaklandıkça da gerilmeler, gerginlikler artıyor. Hak ettikleri yerlerini mimiklere, tonlamalara, hecelere, vurgulara, kelimelere ve cümlelere hassasiyet katmaya bırakıyor. Gerilim de haliyle artıyor. “Az ve öz olsun,” denir ya. Zaten bu formülün icat edilmesinin arkasında da aynı problem var. Biz de öyle yapalım tamam mı? Başka bir şey katmadan sadece bu konuyu konuşalım. Eskilerin deyişiyle “efrâdını câmi, ağyârını mâni,” konuşalım.
Bu sözün “kendisiyle ilgili her şeyi içine alsın, ait olmayan her şeyi de dışarıda bıraksın,” anlamında olduğunu yine senden duymuşluğum var, doğru hatırlamışım değil mi? Sonunda beni de kendin gibi arkaik yaptın gittin ya Hayri, daha sana ne diyeyim. (Gülüşmeler)
Madem öyle, sana bir şey daha söyleyeyim eskilere dair, olmuşsun bari tam arkaik ol öyleyse. Konuyu “ariz ve amik” şekilde inceleyip değerlendirelim tamam mı; yani enine boyuna, tüm genişliğine ve derinliğine konuşalım.
Hani Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nde bir replik vardı ya, ya da ne bileyim oradan ilham alarak zihnimin şu an uydurduğu bir şey de olabilir, tam kestiremedim şimdi. “Ustalık dakikaların değil saniyelerin hatta saliselerin arkasında koşmaktır.” Onun gibi olalım diyorsun yani. Tamam ben de kabul ederim, senin metaforundan hareketle, bir kamyon dolusu noktayı masanın üstüne ya da odanın ortasına boca etmenin olayları karıştırmaktan başka bir faydasının olmayacağını. Ama burada gözden kaçırdığımız bir nokta şu ki: biz onları ne kadar yok sayıp masaya dökmesek de onlar hâlâ yerlerinde kalmaya ve gölgede hatta karanlıkta yaşamaya devam ediyorlar. Biz “yok,” demekle mesela Tanrı nasıl yok olmuyorsa, biz hesaba katmadık diye milyonlarca nokta varlığından vaz mı geçecek sanıyorsun?
Nasıl yani?
Nasıl yanisi mi var Hayri? Basbayağı, saksıyı biraz çalıştırırsan anlarsın. Biz sadece bir veya on noktanın çocuğu muyuz sanki? Etrafımızdaki, içimizdeki tüm noktaların çocukları değil miyiz yeri gelince? Belki her şeyin ve herkesin çocuğuyuz. Sana günaydın mesajını atarken veya atmazken penceremden sabah güneşini o sabah görmüş veya görmemiş olmamın bir etkisi yok mudur sence? Tamam, senin ta başta fark ettiğini söylediğin detayı inkâr etmiyorum. Ama sadece ona takılıp kaldığımızda da net ve tatminkâr sonuçlar yine de alamayabiliriz Hayri, bunu demek istiyorum, anladın mı şimdi? “Az ve öz olsun,” diyorsun da her şey az ve öz değilken onu öyle kabul etmek asıl kafayı kuma sokmak veya bir yerde Polyannacılık oynamak olmaz mı Hayri?
Peki ne yapacağız o zaman? Çözüm ne?
Güzel, bak Hayri önce şunu anlayalım mı birlikte? Ben bir defa fark ettiğin bu detayı çok beğendim, acayip hoşuma gitti, değer verilmiş olmaktan o kadar mutlu oldum ki şimdi kalkıp herkesin içinde boynuna sarılasım bile var, emin ol kendimi zor tutuyorum. Tamam mı bu konuyu bir kenara koydum. Öte yandan bu problematiği dar anlamda konuşmayalım dememi de lütfen yanlış anlama Hayri. Konuyu tavsatmak, mış gibi yapmak, bazı şeyleri anlaşılmama gölgesinde bırakma niyetinde olduğumu da sakın düşünme. Ama bu senin genişlik ve derinlik dediğin şey o kadar geniş ve derin ki bunun sınırlarını kim belirleyecek, nereye kadar genişleyip derinleşeceğine ve nerede durması gerektiğine kim karar verecek? Hangi noktanın bu genişlik ve derinliğe ait olacağını, senin o eski kaşar ifadenle söylersem “câmi” veya “mâni” olacağını kim belirleyecek?
Tamam tamam her zaman olduğu gibi yine sen kazandın. Sonra gerçekten söylediklerinde haklı da olabilirsin. Ve ben sana tamamen haksızsın da diyemem. Sonuçta “kelebek etkisi,” diye bir şeyin olduğunu biliyorum, ama probleme senin düşündüğün gibi bakacak olursak bu kez de hiçbir şeyi anlayamayız ve çözemeyiz ki. Hiçbir dava böyle çözülemez ki. Hatta bırak bizim konumuzu, bu kafayla dünyada hiçbir konu veya problem de anlaşılamaz ki. Anlaşılamayınca çözülemez de tabi ki. Neticede matematik gibi bir bilimde bile bir sürü ön kabuller var. Sanki onlar evrensel gerçekmiş gibi kabul görüyor ve süreç öyle devam edip gidiyor işte.
Nasıl yani, konumuzun ne alakası var matematikle şimdi?
Olmaz mı canım? Matematiğin her şeyle ilgisi var. Mesela sayıları ele alalım; ikinin birden büyük olduğunu kim söylüyor? Belki de gerçekte ikinin adı birdir, birinki de ikidir veya dokuz gerçekte ikidir, dört de sekizdir mesela. Şimdi buna göre biz kalkıp desek ki sizin bildiğinizin aksine bundan böyle, bir ikiden büyük, iki de birden küçük desek ne olacak yani? Neler olacağını düşünmek bile istemiyorum. Olacağı küresel kocaman bir kaos, neredeyse kıyamet kopsa daha iyi. Yani demem şu ki bazı şeylerin önünü arkasını, beni bir kez daha arkaik olmakla suçlayacağını bile bile kullanacağım işte, anhâsını minhâsını fazla da kurcalamadan üstüne hüküm kurup yaşamaya devam ediyoruz yani. Bir yerde de bunu yapmak kaçınılmaz. Çünkü belirsizlikle yaşanmaz ve bu belirsizliğin bir nebze önüne geçebilmek için yapay da olsa birtakım sınırlar, nasıl diyeyim bazı ön kabuller koymak gerekiyor. Hani marketlerde ürünlerin ağırlığını gösteren rakamların yanına eşit üstüne dalga işareti konuyor ya. Yani tam olmasa da bir kabulleniş var eninde sonunda. Yoksa herkes kafayı bozar ve bir adım gidilemez ileri. Sen şimdi bunları boş ver ve beni laf salatasında boğmaktan vazgeç. Çünkü beni böylece etkilemene izin vermeyeceğim, anladın mı? Çok kararlıyım ve o nokta burada kalmayacak tamam mı? Konunun böyle göz önünde eriyerek buhar olmasına izin vermeyeceğim işte. Bunu o güzel kafana sok, tamam mı? Şimdi dürüstçe söyle bana bakalım: onunla görüştüğün gün ilk kalpli günaydın mesajını atan neden hep ben oluyorum? Gözüm kulağım üstünde, sakın konuyu sağa sola çekerek tavsatmaya çalışma, tamam mı?
Hayriiii, oğlum sabahtan beri seslenip duruyorum sana “gel Hayri, çay hazır!” diye. Yine saatlerce kendi kendine bıdır bıdır konuşup duracağına bir “tamam anne geliyorum,” desene.
Mustafa Ünver