Gökyüzü, daima en eski, en derin sırları fısıldayan bir mektup olmuştur. Bazen bir bulutun siluetinde, bazen bir yıldızın parıltısında, bazen de bir gökkuşağının renklerinde, bize kendimizden bir şeyler anlatır. Herkes, başını kaldırdığında göğe bakar ama kimse oraya bir mesaj yazmayı düşünmez. Belki de düşünür, ama mümkün olmadığını bilir.
Ben, gökyüzüne bir mesaj yazabilseydim, bu bir kelime, bir cümle olmazdı. O, bir duygu olurdu. Çünkü kelimeler, her zaman hissettiklerimizi tam olarak ifade edemez. Bir cümlenin ağırlığı, bir bakışın anlamını taşıyamaz. Gökyüzüne yazacağım mesaj, tüm dünyadaki çocukların kaybolmuş kahkahaları olurdu. O kahkahalar ki, saf bir neşenin en dürüst dilidir. Savaşların, yoksulluğun ve umutsuzluğun gölgesinde yitip giden o çocuk kahkahaları, gökyüzünde bir bulut gibi toplanır ve yağmur olarak yeryüzüne inerdi. O yağmur, tüm kirleri, tüm acıları yıkayıp götürür, toprağa umut tohumları ekerdi.
Gökyüzüne yazacağım mesaj, bir melodi olurdu. Kalbi kırık bir aşığın son fısıltısı, kalbi kırık bir annenin son duası… O melodiyi, tüm insanlar duyardı. Bu bir hüzün melodisi olmazdı; aksine, bir teselli melodisi olurdu. Her duyduğumuzda, yalnız olmadığımızı, acının evrensel bir dil olduğunu ve bu dilin bizi birbirimize bağladığını anlardık. O melodi, bir fırtınanın ortasındaki dinginlik, bir çölün ortasındaki serin bir vaha olurdu.
Gökyüzüne yazacağım mesaj, bir resim olurdu. Renkleri, tüm ırkların, tüm inançların birleştiği, bir gökkuşağı olurdu. O gökkuşağının altında, tüm insanlar, aralarındaki farkları unutup, sadece insan olarak, aynı gökyüzünün altında yaşadıklarını hatırlarlardı. O resmin en parlak rengi, affedişin rengi olurdu. Affediş ki, en güçlü silahtan bile daha güçlüdür. Affediş ki, en derin yaraları bile sarabilir.
Ve tüm bunlar, gökyüzünde bir mesaj olarak dururken, bizler her başımızı kaldırdığımızda, bir kelimeyi değil, bir duyguyu, bir melodiyi, bir resmi okurduk. Ve bu okuma, bizi birbirimizden uzaklaştıran değil, birbirimize yakınlaştıran bir okuma olurdu. O zaman anlardık ki, gökyüzü sadece bir boşluk değil, aynı zamanda bizim en büyük aynamızdır. İçimizdeki her ne varsa, gökyüzü, onu bize geri yansıtır. Gökyüzüne mesaj yazmak, aslında kendi içimize bir mesaj yazmakla aynı şeydir.
Ve tüm bu mesajlar gökyüzünde dururken, bizler her gece yıldızların altında uzanır, o mesajları dinlerdik. O zaman anlardık ki, bizim kaybettiklerimiz, gökyüzünün bir parçası haline gelmiştir. Kaybolan bir çocuk kahkahası, gökyüzünde parlayan bir yıldız, unutulmuş bir melodi, rüzgarın fısıltısı, çatışan renkler, gökkuşağının bir parçasıdır.
İnsanlar, bu mesajları okumaya başladığında, yeni bir dil öğrenirlerdi. Bu dil, kelimelerin değil, hislerin dilidir. Bu dilde yalan yoktur. Bu dilde hırs yoktur. Bu dilde kibir yoktur. Sadece empati, şefkat ve sevgi vardır. Bu dilin alfabesi, bulutların şekli, yıldızların parlaklığı ve gökkuşağının renkleridir.
Gökyüzüne yazacağım mesaj, tüm bunları kapsayan tek bir kelime olurdu. O kelime, “hatırla” olurdu.
Hatırla ki, sen bu dünyada bir tek nefeslik misafirsin. Hatırla ki, senin acın, bir başkasının umudu olabilir. Hatırla ki, senin kahkahan, bir başkasının ilhamı olabilir. Hatırla ki, sen, bu sonsuz evrenin küçücük, ama en değerli parçasısın.
Ve gökyüzünde parlayan bu kelime, her gözyaşı düştüğünde, her kalp kırıldığında, her savaş başladığında bir ışık gibi yanar, tüm insanlığa bir hatırlatma olurdu. Bu kelime, bir lanet değil, bir lütuf, bir yara değil, bir şifa, bir son değil, bir başlangıç olurdu. Çünkü insan, ancak hatırladığı zaman, gerçekten yaşamaya başlar.
Ve ben, gökyüzüne bu mesajı yazdıktan sonra, her gece başımı kaldırıp, o mesajı okur, kendi ruhuma fısıldardım. “Hatırla.” Çünkü en büyük dersler, gökyüzünden değil, kalpten gelir. Ve gökyüzüne yazılan her mesaj, aslında kalbimizin en derininden gelen bir yakarıştır.