Seksen yaşını devirmiş kadın yatağında sekerat halindeydi. Yaklaşık kırk gündür bu böyleydi. Gözleri yarı kapalı, ağzı yarı açık vaziyetteydi. Bilinci yerinde değildi. Kır saçları yastığın üzerine gelişigüzel dağılmıştı. Üzerindeki buruşmuş ince çarşaf, çalı gibi bacaklarını ve hastalıktan dolayı şişmiş iri ayaklarını açığa çıkarıyordu. Bu erimiş ve incelmiş beden belli aralıklarla, güçlü titremeler eşliğinde üzerindeki çarşafı yatağından aşağıya düşürüyordu.
Çevresindeki diğer kadınlar gözleri yaşlı, ağlamaklı halleriyle çarşafı tekrar yaşlı kadının üzerine dikkatlice örtüyorlardı. Köy evinin en geniş odasına yatırılan, ölümü yaklaşmış olan bu kadının ziyaretçisi bitmek bilmiyordu. En yakınındaki şiltelerde kardeşleri, kızları, oğulları, gelinleri ve yaşlı kocası oturuyordu. Halka genişledikçe kan bağı azalıyordu. Komşular ve meraklı akrabalar ise adeta bir sirk gösterisi izlemeye gelmişlerdi. Köy yerinde konu komşu, çoluk çocuk düğünlerde ve ölümlerde bu bozkır yaşantısının tekdüzeliğinin dışına çıkıyordu.
Bir de her namaz vaktinden sonra hastanın başında Kuran okumak için gelen imam vardı. İmam efendi Kuran’ı okudukça fısıltılar azalıyordu. Yaşlı kadının en yakınları ağlamaktan kuruyup kan çanağına dönen gözlerle ak saçlı, ölümü bekleyen kadına bakıyor ve sonra birkaçı üzüntüden olduğu yere bayılıyordu. Bu adet köyde ezelden beri devam etmekteydi ve ağlayanı ne kadar çok olursa günahlarının o kadar döküleceği düşünülüyordu. Her gün bir yakını bu merasim eşliğinde vazifesini yerine getirmeye çalışıyordu. Bayılanı ayıltmak için evi telaşa veren kuru kalabalık arasında yapılanlar artık ritüele dönüşmüştü, lakin bugün farklı bir ses yükseldi:
- Kolonya getirin!
- Su getirin!
- Kelime-i şehadet getirin! Hepinizin sonu böyle olacak!
Açık pencerenin parmaklıklarından içeriye bakan köyün delisi kahkahalarla gülüyordu. Oda içerisindeki ahali önce ani bir korku, sonra belli belirsiz bir öfke duydu. En sert tepki yataktaki yaşlı kadının ortanca oğlundan geldi. Yerden aldığı su dolu bakır tası pencereye doğru fırlattı. Demir parmaklılardan tok bir ses yayıldı odaya. Kabın içerisindeki su yere döküldü. Ortanca oğul hışımla kapıya doğru koştu. Son anda ağabeyi onu kolundan yakaladı:
- Delidir o, kendine gel!
- Deli meli, öldüreceğim o yarım akıllı gavatı!
- Otur oturduğun yerde, akıllı ol! Dedi ağabeyi.
Burnundan soluyarak gerisin geri yerine oturdu. Aynı şeyi tekrarlayan delinin sesi evden uzaklaştıkça daha az duyuluyordu:
- Hepinizin sonu böyle olacak!
Neyse ki bu gece de bayılan kişi uzun sürmeden ayılmıştı. Odadan çıkarmak üzere iki kişi koluna girmiş ona yardımcı oluyordu.
- Açık hava iyi gelir, dedi yaşlı bir adam.
- Lambayı getirin hele, önümüzü göremiyoruz, dedi ayılan kadının koluna giren ağabeyi.
Yıllardır kireç üstüne kireç çalınan duvarda asılı duran orman, nehir ve geyik tasvirli yadigâr halıya sarı ışığı akseden gaz lambası alelacele çivisi ile yerinden söküldü. Lambanın etrafına üşüşen sineklerden oluşan cümbüş dağılıverdi. Gaz lambası elden ele, çocukların meraklı bakışları arasında lambayı isteyene eline ulaştırıldı. Ahşap kapının kapanırken çıkardığı gıcırtılı ses kesildi. Daha derinden dış kapının açılma sesi duyuldu. Ayaktakiler oturdu. Oturanlar gevşedi. Gaz lambasından çıkan is ve cılız ışık tavandaki mertekler arasından süzülerek odayı aydınlatıyordu. Sinek vızıltılarının yer yer bozduğu sessizlik odaya yeniden hâkim oldu. Kimi gözler kilimdeki desene, kimi gözler tavandaki örümcek ağına, kimi gözler ise yataktaki yaşlı kadına takılıp kalmıştı.
- Defteri dürülmedi gitti, dedi fısıltıyla konuşanlardan biri. Bu iri yarı, fistanlı kadın delinin annesiydi.
- Öyle deme günahtır. Allah kolay can vermeyi nasip etsin, dedi diğer kadın.
- Ne demeyeceğim, bu mendebur karı yüzünden delirmedi mi benim oğlum? İblisin aklına gelmez kurnazlıklarla oğlumun sevdiceğini, kendi oğluna yamamadı mı? Delirtmedi mi benim aslanımı? Günahlarının bedelini nasıl inim inim ödüyor bak hele! Rabbim sen büyüksün, dedi ve gözyaşlarını başındaki tülbentinin omuzlarına düşen ucuyla sildi. Hıçkırıklarla ağlayarak odadan çıkarken peşi sıra orta yaşlı birkaç kadın da onu takip etti.
Ortalıktan el ayak çekilmişti. Ziyaretçiler gitmiş, döşekler çoktan yere serilmişti. Ev ahalisi uykuya dalmıştı; bakır tasa su dolduran evin gelinlerinden birisi hariç… Elindeki tülbenti ıslatıp ölmeye yüz tutan ihtiyar kaynanasının kavlamış dudaklarına sürüyordu. Bu nöbeti gözünü kırpmadan tutması gerektiği öğütlenmişti kendisine. Çünkü köylülerin inanışına göre, ölümü yaklaştığı için çok susayan hastaya İblis musallat olurmuş. Onu su vereceği vaadiyle kandıran İblis, imanını elinden alır; ölüm döşeğindeki hastayı Azrail imansız olarak öbür tarafa götürürmüş.
Gaz lambasının titrek ışığı bakır tastaki suya aksediyordu. Gelin tastaki suya gözlerini dikmiş bir yandan İblis’ in oyununu düşünürken bir yandan da delirmesine sebep olduğu sevdiği adamın sözleri aklından çıkmıyordu. Yıllardır ızdırabını çektiği bu olay, göz çukurlarından sızan yaşları yanaklarından sicim gibi döküyordu.
- Cahilliğimin bedeli, bir ömür boyu pişmanlık; dedi kısık bir sesle.
Yaşlı kadının göğüs kafesinden yükselen hırıltılı sesler şiddetini artırmıştı. Ayaklar ani seğirmelerle çarşaftan dışarı fırlıyordu. Gelin kızı üzerini tekrar tekrar, sıkılmadan, bıkmadan örtüyordu. Sabaha kadar böyle geçmişti gelin kızın nöbeti. Ne zaman olduğunu bilmeden uyuyakalmıştı. Sabah ezanı ile irkildi birden. Yaşlı kadın kaskatı kesilmiş. Gözleri ve ağzı sonuna kadar açık kalmıştı.
Gece boyunca gaz lambasına üşüşen sinekler, kadının açık kalan ağzının etrafında duymadığımız bir melodiyle danslarına devam ediyorlardı.


