Eskiden böyle miydi? Misafirliğe gidileceği zaman günler öncesinde haber verilir, ev sahibinin hazırlık yapmasına imkân tanınırdı. Ev sahibi de buna istinaden evini ve sofrasını itina ile hazırlar, gelen misafirleri gönülden –iki ayağını bir pabuca sokmadan- ağırlardı. Zaman geçmiş, her şey değişmişti. Nezaket ilkeleri gitmiş, yerine keyfine göre hareket etme prensipleri gelmişti.
“Aysuncum, nasılsın? Aradım ama açmadın, telefonun sessizde sanırım. Biz, sabahtan bayram alışverişi için Balıkesir’e geldik… Alışveriş düşündüğümden daha yorucu geçti. Bir şey de yiyemedik tabii. Neyse ki aklımıza sen geldin. Bir saate oradayız… Bilgin olsun.”
Telefonu sessize aldığımı düşündüren neydi acaba? Biri telefonunu açmıyorsa, ya meşguldür ya da açmak istemiyordur. Ben mi yanlış düşünüyorum? Hiç değilse haber vermeden gelmedikleri için kendimi şanslı saymalıyım. Pat diye kapıda da belirebilirlerdi. Geçen kış geldi aklıma… Tam arkadaşlarla buluşmak için evden çıkarken, zilin nostaljik melodisi kulaklarımda yankılanmıştı. İçime düşen şüphenin haklı olduğu, kapıyı açmamla vuku bulmuştu. Küçüklüğümüzden beri benimle didişen kız kardeşim, yavan bakışlı eşi ve burnundan kıl aldırmayan görümcesi ile birlikte kapımdaydı. Evin hali, şimdiki kadar vahimdi; oldukça dağınık ve hazırlıksızdım. Dışarıya çıkmak üzere olduğumu söylesem de nafileydi. İçeriye girdikleri ilk dakika, suratlarında oluşan o musrifliği görebilmiştim. Nasıl küçümseyerek bakmışlardı… Ne kötü kelimeler etmişlerdi… Hepsi hâlâ hatırımda. Bıçkın bir edayla tüm odaları arşınlayan asık suratlı eniştemin, benden başka herkese silik kalan kardeşime, “Bir çöp bidonu bile buradan daha temizdir.” bakışı attığını kanıtlayamam ama yemin edebilirim. Görümcesi olacak o abes giyimli kadına da iki aylık dedikodu çıkmıştı. Söylentiler tüm aileye yayılmıştı. Öyle ki aylarca annemden azar işitmiştim.
“El âlem senin minik çöplüğünü konuşuyor. Ah, senin gibi bir kızı doğuracak kadar ne günah işledim ben!” demişti, ne hissedeceğimi düşünmeden.
Evet, evet… Misafirliğin bir de ‘el âlem’ tarafı vardı. Gelen, sadece güler yüzünüze gelmiyordu; eşyalarınızın yeniliğine, evinizin temizliğine, kendi evleriyle kıyaslamaya ve en kötüsü, gittikten sonra dedikodularında anlatabilecekleri herhangi bir açığınızı aramaya geliyorlardı.
Şimdi gelecek olan yengemin de, ağzı çuval olsa bağlayamayacağınız kız kardeşimden aşağı kalır bir hali yoktu. Aynı kabuksu bakışlar, aynı acımasız gülüş ve tabii bitmek bilmeyen, kendini övme yarışları… Hayır, bu sefer de aynı şeyleri yaşayamayacağım! İnsanların zorbalıklarına katlanmak, günbegün insan eti kemiren bir fareyle yaşamak kadar haşin ve yıpratıcıydı. Bu kez… Buna izin veremem.
Evim, insanların dedikodusuna mahal verecek kadar dehşet halde değildi. Yalnız yaşayan ve tüm gün çalışan bir kadındım. Evi, çoğunlukla otel gibi –yalnızca uyumak için- kullandığımı söyleyebilirim. Çok temiz biri olmadığımı inkâr etmiyorum, ancak –eniştemin bakışlarının anlattığı gibi- bir çöp bidonu kadar kirli yaşadığımı da düşünmüyorum. Sadece… İşten döndüğümde çok yorgun oluyordum ve kendimi ister istemez, doğrudan yatağa atıyordum. Tabii bu yorgunluk sadece iş yorgunluğu değildi; eve geri döndüğümde beni karşılayacak kimsenin olmamasının yorgunluğu, her işin altından tek başına kalma zorunluluğun yorgunluğu, bazı şeylere geç kalmışlığın yorgunluğu… Belki de tek sebebi bu değildi, yorgunluk işin bahanesi de olabilir, tam emin değilim.
Sanırım asıl mesele, kabullenmesem de, depresyonda olmamdı. İnsan kendini mutlu hissetmediğinde, ne kişisel bakımına, ne de hijyene önem verebiliyordu. En küçük toz birikintisi almaya bile mecali kalmıyordu. Toz birikintisi demişken… Televizyonumun arkasındaki örümcekler resmen aile kurmuşlar. Gel de şimdi bunlara kıy! Benim dışımda evde başka canlıların da var olabildiği düşüncesi, istemsizce nefesimi kesti. Sanki şimdiden evin içi kalabalıklaşmıştı. Ah! Neler düşünüyorum böyle? Bir saatten az bir sürem kaldı ve ben hâlâ oyalanıyorum. Kafamdaki kara bulutları bir kenara bırakıp, çiçek desenli ev terliğimi ayağıma geçirdim ve dün, bütün gün dikiş makinesin başında eğilerek çalıştığım için tutulan sırtımı ellerimle kavrayarak yavaşça ayağa kalktım.
Güne elveda diyen güneşin son parıltıları, salon penceremin hemen önündeki çivit mavisi kadife kanepemin üzerine düşmüştü. Kanepenin üzerindeki, henüz yıkandığı belli olan dağınık kıyafetler, iç çekmeme sebep oldu. Sabah evden çıkmadan önce giymek istediğim -ve yıkayıp balkona astıklarım arasından seçtiklerimi- kıyafetleri buraya yığmıştım. İlk işim, kırışıklıkta birbiriyle yarışan bu kıyafetleri katlayıp yerlerine yerleştirmek oldu. Onlarla işim biter bitmez, kanepenin hemen dibindeki ahşap iskeletin üzerine oturtulmuş cam masanın tozunu aldım ve kültürlü görünebilmek adına, eve gelirken aldığım kişisel gelişim kitabını üzerine yerleştirdim. Ancak, daha sonra iğreti durduğuna kanaat getirip kitabı, örümceklere yuva olmuş televizyon dolabın içine attım. Örümceklerden biri kitabın üzerine gelmesiyle hızla dışarıya doğru kaçtı, diğerleri ise hiç istiflerini bozmamışlardı.
Salonu on beş dakika içerisinde derme çatma bir şekilde toparlayıp mutfağa geçtim. Tezgâh, dünden kalma bulaşıklarla doluydu; yağlı çatal-kaşıklar, tabakların üzerinde küf tutmak için benimle inatlaşan yemek kırıntıları, içleri sararmış bardaklar… Hayır, bu sadece bir gün öncesine ait olamaz. Bu kadar çabuk evi kokutmuş olmalarına inanamıyordum. Tezgâhın üzerindekileri yıkamam ve meşe ağıcından yapılmış, kestane rengi dolapları silmem yaklaşık yirmi dakikamı aldı. Ardından mutfağa süpürge makinesi tuttum ve en son bir ay önce temizlediğim banyoma fırladım. En uğraştırıcı yer arasıydı. Kül rengi minik halım neredeyse siyaha dönmüştü. Alt kısmında deterjan sakladığım, üst kısmı tamamen aynayla kaplı banyo dolabıysa su damlalarıyla desen desen olmuştu. Aylardır tek başına toz almaktan mustarip olan sarı bezi, su damlalarının üzerinde gezdirdim. Dolabın cilalı yüzeyi bu temasa beyaz bir gülümsemeyle karşılık verdi. Halıyı çamaşır makinesine attım ve daha fazla vakit kaybetmeden duşa girdim. Banyo ve kişisel temizlik bakımım toplam yirmi dakikamı çalmıştı. Tüm bunlar, zaten ağrımak için bahane arayan sırtımı daha da fena hale getirmişti. Acıyla koridordaki küçük sedire tünedim. Bu kadar hızlı hareket etmenin sonucunu ertesi gün öğrenecektim, yarın yataktan kalkacak halimin kalmayacağından şimdiden emindim.
Ne kadar sürem kalmıştı? Beş dakikadan az. Olamaz… Daha yemek yapmam gerekiyordu. Birkaç acılı kıvranmanın ardından mutfağa geçtim, dolaptan birkaç sebze çıkarıp yıkadım. Hepsini güzelce dilimleyip, tavada kızgınlaşmış yağın üzerine bıraktım. Sebzeler cızırdamaya başlayınca, rahat bir nefes alabilmek adına kendimi kanepeye atıp başımı geriye yasaldım. Tam o anda, telefonumun mesaj sesi irkilmeme neden oldu. Donuk ve bir o kadarda buğulu gözlerle ekranda yazanlara baktım ve acıyla gülümsedim.
“Kusura bakma canım, bizim başka bir işimiz çıktı. Artık başka zamana geliriz.”