Ekranda dönüp duran o küçük daireyi, bir türlü yeşile dönmeyen kırmızı ışığı ya da su ısıtıcısının kaynamasını beklerken geçen saniyeleri hiç düşündünüz mü? Modern hayatın bize öğrettiği bir refleksle, bu anları “boşluk” olarak etiketleriz. Doldurulması gereken bir boşluk, verimlilik denkleminden düşülmesi gereken bir kayıp zaman. Telefonumuza uzanırız, yapılacaklar listemizi aklımızdan geçiririz, bir sonraki adıma zihinsel olarak çoktan atlamışızdır.
Peki ya bu anlar, sandığımız gibi boş değilse? Ya onlar, hayatın gürültülü temposunda bize fısıldamaya çalışan, ama bizim bir türlü duymadığımız değerli sırlarla doluysa?
Bizler, nefes almadan koşan maratoncular gibiyiz. Hedefe kilitlenmiş, bitiş çizgisinden başka bir şey görmeyen bir hız sarhoşluğu içindeyiz. Oysa en değerli manzaralar, en derin nefesler genellikle patikalardaki küçük molalarda saklıdır. İşte o “es verilmiş” anlar, hayat senfonimizdeki notalar arasındaki sessizliklerdir. Ve bir müzik parçasını anlamlı kılan notalar kadar, aralarındaki o sessizliklerdir de.
Bu anlar, yaratıcılığın demlendiği, ruhun kendini topladığı ve farkındalığın filizlendiği topraklardır. Hiçbir büyük fikir, takvimlenmiş bir beyin fırtınası toplantısında “Hadi şimdi yaratıcı olalım!” komutuyla doğmamıştır. Büyük fikirler; duşta, trafikte beklerken, pencereden dalgın gözlerle dışarıyı seyrederken, yani zihnin “boşta” olduğu o kıymetli anlarda ansızın belirir. Arşimet’in “Eureka!” diye bağırmasına neden olan şey, hamamdaki o sıradan andı. Newton’un kafasına düşen elma, bir ağacın altındaki tembel bir öğleden sonranın hediyesiydi. Onlar, o anları bir e-postayla, bir bildirimle doldurmaya çalışmıyorlardı. Sadece “duruyorlardı”.
Modern dünya, bize sıkılmaktan korkmayı öğretti. Sıkıntı, en büyük düşmanımız gibi sunuldu. Oysa sıkıntı, zihnin kendi iç kaynaklarına dönmesi için bir davetiyedir. Hayal gücünün oyun alanıdır. Kendimizle baş başa kaldığımız o anlarda, bastırdığımız duygular yüzeye çıkar, unuttuğumuz hayaller kendini hatırlatır ve iç sesimiz nihayet duyulur hale gelir.
Peki, bu kayıp hazineyi nasıl yeniden keşfedebiliriz?
Cevap, radikal bir eylemde değil, minik bir niyet değişikliğinde saklı. Bir dahaki sefere bir kuyrukta beklerken, telefonunuza sarılmak yerine etrafınızdaki insanları gözlemleyin. Yüzlerindeki hikayeleri okumaya çalışın. Kahvenizin hazırlanmasını beklerken, burnunuza gelen o taze kahve kokusuna, makinenin çıkardığı ritmik seslere odaklanın. Asansördeki o kısa yolculukta, sadece nefes alıp verişinizi dinleyin.
Bu “es” anlarını bir görev gibi doldurmak yerine, onları bir hediye gibi kabul etmeyi deneyin. Bırakın zihniniz özgürce dolaşsın, bırakın düşünceleriniz bir nehir gibi aksın. Başta yadırgayabilirsiniz, çünkü hızın konforuna çok alıştık. Ama zamanla, bu küçük duraklamaların hayatınıza nasıl bir derinlik, nasıl bir dinginlik ve beklenmedik bir ilham kattığını göreceksiniz.
Çünkü hayat, sadece varılacak hedeflerden ibaret değildir. Hayat, aynı zamanda yolculuğun kendisidir. Ve o yolculuğun en büyülü anları, genellikle hiçbir yere gitmediğimizi sandığımız o değerli duraklarda gizlidir. Kaybolduğunu sandığımız o anlarda, aslında kendimizi buluruz.