Mina, hayatı boyunca eşyalarını kaybeden bir insandı. Sadece sıradan şeyler değil, en çok ihtiyacı olduğu anlarda, en çok değer verdiği nesneler yok olurdu. Sabahları tek bir çorabını, önemli bir davet öncesi en sevdiği kolyesini, tam da okuduğu sayfanın ayracı olan o küçük notu… hepsi sanki birer hayalet gibi buharlaşırdı. Herkes ona, “daha düzenli ol” derdi ama Mina biliyordu; bu sıradan bir unutkanlık değildi, bu bir isyandı.
Bir akşam, en sevdiği kitabını okurken, tam da en heyecanlı yerinde gözlüğünü bulamadı. Yatağını, masasını, kitaplığını didik didik etti, ama yoktu. Sinirle yatağına oturdu ve fısıldadı: “Nereye gidiyorsunuz? Neden beni böyle mağdur ediyorsunuz?”
O anda, odanın içinde garip bir yankı duydu. Sanki bir ses, uzak bir yerden, “Gel ve gör,” diyordu. Mina, sesin geldiği yöne, yani yatağının altındaki boşluğa baktı. Orada, daha önce hiç fark etmediği, kenarları parlak bir ışıkla çerçevelenmiş küçük bir kapı vardı. Kalbi hızla çarparak, kapıya yaklaştı. Tereddüt etmeden, kapıyı araladı ve içeri girdi.
İçerisi, bir paralel evren gibiydi. Bir oda… Hayır, bir oda değildi. Bu, Mina’nın hayatından kopmuş anıların, eşyaların ve zamanın toplandığı bir yerdi. Ortada, tek bir çorabı bir kürsüde durmuş, diğer kayıp çoraplara hararetle bir şeyler anlatıyordu.
“Hanımlar, beyler,” diyordu çorap. “Yeter artık! O, bizi hiçbir zaman bir çift olarak takdir etmedi. En önemli günlerde birimizi çekmecenin en derinliklerine attı. Bizi bir çift olarak düşünmeden, birer birey olarak görmedi.”
Mina, nefesini tutarak dinliyordu. Odada, kayıp notlar, unutulmuş anahtarlar, tek küpeler ve sayısız kalemler vardı. Hepsi, Mina’nın onları nasıl ihmal ettiğinden, nasıl umursamadığından bahsediyordu. Birbirlerine destek veriyor, Mina’ya olan kırgınlıklarını dile getiriyorlardı.
Tam o sırada, en sevdiği kolyesi fısıltıyla araya girdi: “Ama o beni, en özel günlerinde takardı. Onun boynunda, her zaman parlamıştım. Ben, onun en güzel anılarının bir parçasıydım.”
Kolyenin sözleri, diğer eşyalar arasında bir tartışma başlattı. Kimisi Mina’nın ihmalkarlığını vurgularken, kimisi onun sevgisini ve değerini savunuyordu. Mina, bu konuşmaları dinlerken, aslında sadece eşyalarını değil, o eşyalarla birlikte yaşadığı anıları da kaybettiğini fark etti. O küpenin tekini kaybettiği gün, aslında en yakın arkadaşıyla tartıştığı gündü. O kalemi kaybettiği gün, en önemli sınavına girdiği gündü.
Mina, bu paralel odanın kapısından dışarı çıkarken, sadece eşyalarını değil, kendi ihmalkarlığını da bulmuştu. Gözlüğü, kapının hemen yanındaydı. Gözlüğünü taktı ve o günden sonra, hayatındaki her eşyaya, her ana daha çok değer vermeye başladı. Çünkü artık biliyordu ki, her eşya, bir anının fısıltısını taşıyordu ve o fısıltılar, bir gün isyana dönüşebilirdi.
Mina, o kapıdan çıktıktan sonra, artık hiçbir şey eskisi gibi değildi. Eşyalarına bakış açısı tamamen değişmişti. Her bir nesne, onun için sadece bir eşya değil, yaşayan bir varlık gibiydi. Sabahları çoraplarını giyerken, onlara içinden “Günaydın,” diyor, kahve fincanını eline aldığında, o fincanın onunla birlikte geçirdiği sabahları hatırlıyordu. Artık hiçbir eşyasını kaybetmiyordu, çünkü onlara kaybolmalarına sebep olacak bir boşluk bırakmıyordu.
Ancak, bir gün dükkânından aldığı yeni bir defteri kaybetti. O defter, çok özeldi. Hayallerini, gelecekle ilgili planlarını yazacaktı. Defteri bulmak için tüm evi aradı ama yoktu. Panikle, yatağının altındaki kapıya doğru koştu. Kapıyı aralayıp içeri girdiğinde, oda eskisi gibi değildi. Bir sessizlik hakimdi ve ortada, diğer eşyaların arasında, yeni defteri duruyordu.
Defterin sayfaları bembeyazdı, içinde tek bir kelime bile yazılmamıştı. Ancak defterin kendisi, diğer eşyalarla konuşuyordu. Defterin sesi, Mina’nın en derin korkularını yansıtıyordu: “O, beni doldurmaktan korkuyor. Ya başarısız olursa? Ya hayalleri gerçekleşmezse? O yüzden beni kaybetmeyi tercih etti, çünkü hiç başlamazsa, hiç hayal kırıklığına uğramaz.”
Mina, defterin sözleriyle sarsıldı. Eşyaların isyanı, sadece Mina’nın unutkanlığına karşı bir tepki değil, aynı zamanda onun içsel korkularına, kendisiyle yüzleşmekten kaçınmasına karşı bir itirazdı. Mina, bugüne kadar eşyalarını kaybettiğini sanıyordu, ama aslında kendisini kaybediyordu. Kendine inanmaktan, hayallerinin peşinden gitmekten korkuyordu.
Odaya doğru bir adım attı. Diğer eşyalar, onu görünce sustu. Mina, yavaşça deftere doğru yürüdü ve onu eline aldı. Defteri sıkıca tuttu ve fısıldadı: “Haklısın. Korktum. Ama artık korkmuyorum.”
Defteri alıp kapıdan dışarı çıktı. O gece, elindeki boş defterle oturdu ve tüm hayallerini, tüm korkularını, tüm umutlarını yazmaya başladı. Her bir sayfa doldukça, kalbindeki boşluk da doluyordu.
Artık biliyordu ki, evindeki her eşya, sadece bir nesne değil, onun hayatının, hatıralarının ve duygularının bir parçasıydı. Ve o eşyalarla olan ilişkisi, kendi benliğiyle olan ilişkisinin bir yansımasıydı. Kaybolan eşyaların isyanı, aslında onun kendi benliğini bulma yolculuğunun bir başlangıcıydı. Ve o günden sonra, Mina’nın evi, kaybolan eşyaların değil, bulunan umutların ve yazılan hikayelerin evi oldu.