Prag’ın serinliği bugün daha bir hoş ve daha ılık, sabah güneşiyle doğan umutlar gibi insanın içine farklı, bambaşka heyecanlar katıyor gibiydi. Bugün bambaşka bir gündü. Hafif esen rüzgar ara ara bulutları dağıtıyor, ıssız gökyüzünde süregelen ve ardından dağılan bir desen görseli yaratıyordu. Ve bu bulutlara bakan ve de güne erken başlayan insanların gözleri elbette ki farklı ve tatlı heyecanların sahipleriydiler.
Vitava nehrini parlatan günışığı eski ve görkemli evlerin camlarından içeri süzülüyor, bazen tül perdelerin içinden geçerek renkli iran halılarında biterken, bazen de sararmış mermer heykellerde bir yaldızın göz kamaştıran haliyle üzerlerine konan serçeler,güvercinler, kumrular ve de daha bir çok kuş türünün kendilerine has tüylerinde bitiyordu bu ışık. İşte bu yeni güne aşık insan doğuran bir tabiat, çalışkan insan bitiren bir bereketli tarla ve hareketli insan bitiren muhteşem döngüydü.
Nehrin mavi suları tatlı şıpırtılarla uzun kıyılara vururken kentin ortasındaki uzun tarihi köprüden hızla geçen bir fayton köprünün her iki duvarındaki korkuluklara tünemiş sevimli kuşları ürküterek kanatlandırdı. Karl köprüsünden bu sabah geçen ilk faytondu bu. Sürücü arada bir atlarını kamçılıyor ve “Hadi kızlarım, göreyim sizi, on beş dakikalık zamanımız kaldı”diye mırıldanıyordu. Fayton hızla kentin diğer yakasındaki caddelerden birine dalarken evlerden birinde geceden kalan hararetli bir tartışma yaşanıyordu.
___Ah Milenacığım, canım sevgilim. Lütfen beni anla artık!…
___ Anlamıyorum
___ İtalyaya sensiz gitmek zorunda olduğum için gerçekten de çok üzülüyorum.
___Üzüldüğünü Sanmıyorum!…
___ Oraya davet edilişimin nedeni elbette ki edebi söyleşilerdir. Bunu pek ala biliyorsun.
___ Ben hiç bir şey bilmiyorum!…
Genç adam ince kaşlarını çattı aniden. Adı Milena olam sevgilisi hırçınlığının farkında değilmiş gibi üsteliyordu ha bire.
___ Sen git İtalyan aşiftelerle gez dolaş ve seviş Franz. Biraz sonra seni alacak araba seni kollarımdan söküp alacak belli ki. Ancak ruhumu da koparacağına emin ol. Kalbim, ohhh kalbim, hep senin için atacak emin ol, dedi ve ağlamaya başladı.
Adı Franz olan genç adam ayağa kalktı, Sevgilisi Milenaya onu teselli etmek niyetiyle sarılmak istedi. Ancak genç kadın oturduğu sandalyeden hızlıca kalkıp ve başını eğerekten, parlak vernikli ve işlemeli trabzanlı merdiven basamaklarını bir çırpıda koşarak üst kata çıktı.
Genç kadının küsüp sitem ettiği adam Franz Kafka’dan başkası değildi. Yetenekli yazar bir çok söyleşiye katılmak için italyan aristokrat ve entelektüellerince Roma’ya davet edilmişti. Bu davete yalnız başına katılmak niyetinde ısrarlı olmasının tek nedeni bu yolculukta sevgilisi Milena’ya vakit ayıramayacak olmasıydı. Az sonra beklediği fayton geldi. Ancak adamın tipini beğenmedi. Ücretini, kütüphanenin camından aşağı atıp ona gitmesini söyledi. Faytoncu buna bir anlam veremese de tekrar atlarını kamçılayıp uzaklaştı sokaktan.
Franz, faytoncuyu bir süre izledikten sonra tam camı kapatacağı zaman farkında olmadan içeri bir sivrisinek girdi. Kafka, camı kapayıp tekrar ilerideki büyük masanın yanındaki sandalyesine oturdu. Sivrisinek bir garipti. Simsiyahtı ve hiç ses çıkarmıyordu. Vızıltı yapmadan Franzın ensesine, boynunun ortasına kondu ve sivri iğnesini batırıp başkalaşım zehrini içine boşalttı Kafka’nın. Franz, o anda tüm sinirlerinin gerginleştiğini farketti. Sivrisinek işini bitirdiğinden emin olunca yok oldu, kendi alemine, ifritlerin yanına döndü. Uyuşturucu enjekte eden müptelalar gibi kasıldı vücudu.
___ “Kahretsin, ne oluyor bana” diye düşünürken birden oturduğu sandalyenin üzerinde bir pire kadar küçülüverdi bedeni. Odanın detayları, eşyalar ve görebildiği her şey gözlerinde büyüdü. Şaşkınca ne olup bittiğini anlamaya çalışırken sevgilisi Milenayı merdivenlerden kütüphaneye inerken gördü. Dev bir kadındı artık o. O zariflik yerine kocamanlık hakim olmuştu. Duyduğu hislerin de küçüldüğünü farketmesi zaman almadı.
Milena, Franz’ı fark edemezdi.
___Kahretsin, kahretsin gitmiş, dedi ve hıçkırarak ağlamaya başladı, hızla aşağı inip taşıyabileceği birkaç eşyasını alıp evden çıkarken Kafka’nın “Ben buradayım bebeğim, buradayım sevgilim” diye bağırdığını duyamadı.
Olduğu yerde çökekaldı Franz. Bu bir rüyamıydı? Yo yo hayır. Tamamen gerçekti bu olanların tümü. Aşağıya atlamak istedi ancak bir böceğe veya örümceğe yem olabileceği aklına gelince ürperdi. Sonra, yukarıya, masanın üstüne çıkması gerektiğini düşündü. Evet evet, masanın üstü daha güvenliydi.
Üzerinde bulunduğu sandalyenin yaslanılan bölümü ahşaptı ve işlemeli olduğunu için tutunarak masanın üzerine tırmanabilirdi pek ala. Öyle yaptı. Bir dağcı gibi sandalyenin delikli ve işlemeli bu bölümünde yukarıya doğru tırmanmaya başladı. Bu tırmanış bir hayli zordu. Kafka, hayatında bu kadar yorulduğunu hatırlayamıyordu. Üç saat süren yorucu bir tırmanıştan sonra nihayet masanın üzerine çıkabilmişti. “Ohhh Milenam, affet beni sevgilim. Bak işte, seni üzdüğüm için Tanrının gazabına uğradım. Hem de ne gazap’(ağlamaya başladı) ve korkarım ki seni bu boyutumdayken bir daha göremeyeceğim” diye düşündü. O küçülen hislerinin eski haline döndüğünü anladı. Çünkü Milena’yı eskisinden daha çok seviyor ve o denli özlüyordu. Masanın üzerine çıkınca yumuşak masa örtüsünün softluğunda, dümdüz bir makine ilmiğinin üstüne uzanıp uykuya daldı.
Üç saatlik bir dinleniş tatlı uykusundan sonra gözlerini açtı Kafka. Etrafına bakındı. Evet, tüm bunlar, tüm yaşadıkları gerçekti yine. Üstelik biraz önceki uykusunda bir rüya bile görmüştü. Ayağa kalktı. Normandiya’nın uçsuz bucaksız ve dümdüz ovaları gibi bir masanın üstünde yapayalnız değildi. Az ileride bir apartman bloğu gibi üst üste duran kitapları görüyordu. Bunlar kendince dünyanın en iyi yedi romanıydı ve yine kendi titizliği ile sıralanmıştı. En alt sırada bir Türk romanı vardı, Eylül ve yazarı Mehmet Rauf’ tur. “Suad ve Necip bey, yanarak ölen ve ayrıca yakıcı aşk ateşiyle yanan büyük insanlardı” diye düşündü Franz. Alttan ikinci sırada, Cervantes’ in Don Kişot’u vardı. Kafka acıyla gülümsedi. Bu, Don Kişot’un düelloya davet ettiği aslanın kıs kıs gülmesinden farklıydı. “Ey Sanço, sen yiyerek yaşıyorsun, bense ölerek her gün” diye mırıldandı Kafka.
Alttan üçüncü sırada Emil Zola’nın büyük eseri Germinal vardı. Etienne ve Catherine’nin göçükte umutsuzca sevişmesi ve kitabın son tümceleri Franz’ı ağlattı. Dizlerinin üzerine çökekaldı “Şimdi bulutsuz gökyüzünde gururla parlayan nisan güneşi doğurmaya hazırlanan toprağı ısıtıyordu. Toprak ananın besleyici sinesinden yaşam fışkırıyor, tomurcuklar patlayarak yeşil yapraklara dönüşüyor, tarlalar boy veren otlarla ürperiyordu. Her yanda tohumlar şişiyor, yukarı doğru uzanıyor, sıcağa ve ışığa ulaşma ihtiyacıyla toprağı çatlatıyordu. Taşan özsular fısıltılar çıkararak akıyor, çatlayan tohumlardan öpücük sesleri yayılıyordu. Arkadaşların kazma sesleri sanki yüzeye iyice yaklaşmışlar gibi giderek daha da belirginleşiyordu. Bu taptaze sabah vaktinde, güneşin yakıcı ışıkları altında, toprak işte bu uğultuya gebeydi. İnsanlar bitiyordu topraktan; karıkların arasında ağır ağır filizlenen, gelecek yüzyılın hasadı için boy atan ve yakında toprağı çatlatacak olan, intikamcı, kapkara bir insan ordusu yetişiyordu” dedi tiyatrovari.
Bir üst sırada ve Kafkaya göre alttan dördüncü katta “Suç ve Ceza” vardı. Franz’ın yukarıya doğru sıraladığı son üç kitap şunlardı, beşinci Madam Bovary, altıncı Rüzgarlı Bayır ve en üstte Kırmızı ve Siyah’ı vardı Stendhal’in.
Elbette ki bu kitaplar için de düşünecekti veya konuşacaktı ki Franz, masanın altından garip sesler gelmeye başladı. Koşarak masaya bitişik sandalyelerin birinin yanına gitti. Sandalyeye tutunarak aşağıya bakındı. Gördüğü şey korkunçtu. Tipik ev haşerelerinden biri kocaman bir fare tarafından yeniliyordu. Aşağıya inmekten vazgeçmekle ne kadar doğru bir karar verdiğini anladı. O sırada karnının acıkmış olduğunu farketti. Tek seçeneği vardı. Masanın üzerindeki meyve dolu tabak. O tarafa koşunca bir pire gibi sıçrayabiliyor olduğunu keşfetti. Demek ki boyutu küçülünce ayakları elastik bir yapıyı özümsemişti. Bir kaç sıçrama ile meyvelerin yanına varmıştı bile. Hemen kabuğunun kenarı açılmış muza yöneldi. Ağzını muza dayayıp yemeye başladı. Çok sertti. Mikron ısırıklarla kopardığı muz ile karnını doyurdu. Yıkanan meyvelerden birinin suyu damlacıklar halinde dibine çökmüş ve henüz buharlaşmamıştı. Kana kana içmek için ağzını değdirdi, damlayı muhafaza eden çok ince bir zar vardı. Eli ile o zarı deldi ancak damlacık patlayarak üzerine yayıldı Kafka’nın. Sırılsıklam ıslanmış ve tabi suyunu içmişti. Az ilerideki birikintiyi patlatsaydı muhtemelen boğulurdu. . Sırılsıklam ıslanmış ve tabi suyunu içmişti. Az ilerideki birikintiyi patlatsaydı muhtemelen boğulurdu.
Franz, tekrar masaya sıçradı. Duvardaki guguklu saate baktı, saat 14:00 e gelmek üzereydi.
Tekrar oturup bağdaş kurdu Franz. Beynindeki aşka dair tüm düşünceler henüz bitmemişti. Henüz onbeş yaşındayken okuduğu Madam Bovary aklına geldi. Çok ilginçtir, iki yıl yani onyedi yaşına kadar Emma Bovary’e sırılsıklam aşık olmuştu. O yüzden arsenikten, arseniğin isminden ve cisminden nefret etti hep. Ve sonra genç ölenlerin güzeli Emily Bronte’nin “Rüzgarlı Bayır” romanını düşünmeye başladı. Heatclieff’in, ölüm döşeğindeki Sevgilisi Catherine’nin başucunda ona ölmemesi için yalvarıp yakarmasını düşündü. “Ne olur, içinde senin olmadığın bu uçurumun dibinde bırakma beni. Yoksa ben, canım olmadan, ruhum olmadan nasıl nefes alabilirim ki?”
demişti Heatclieff, Catherine’e.
Julien Soreli ve onun yakışıklılığını düşündü, hatta kendisiyle kıyasladı ve hatta onun yerinde o aşkları yaşamak istediğini düşündü. Ancak giyotinli saçma sapan bir son bu kıyaslamayı bitiriverdi. Neden giyotin? Ve neden böyle bir son biçilmişti Sorele. Ve Madam de Renal’i de öldürmüştü, çok yazık…”Ahh Stendhal ahhh” dedi kendi kendine. “Sen tam bir aşk katilisin, başka bir şey değil” dedi tekrar.
Tekrar ayağa kalktı. Tarihi kitapların olduğu tarafa baktı. Hunları, Vizigotları, Ostrogotları, Gepidleri, Alamanları ve ve Romalıları düşündü. Persleri, Urartuları, Hititleri, Asurları, Babilleri, Mısırlıları, kadim Çin ve Hintlileri , Selevkosları, Spartalıları, Kartacalıları, Göktürkleri, Görkemli Moğolları, okların hakimi Selçukluları ve Muhteşem Osmanlıyı düşündü.
Başını nedensizce iki yana salladı. Nedensizce canı sıkılan insanlar gibi, hayatın sunduğu tüm olumsuzluklara göğüs germiş insanlar gibi ve çaresizliğin, tükenmişliğin ve kahrolmuşluğun içinde ne yapacağını bilemeyen insanlar gibiydi. Duvarda asılı olan tabloya baktı aniden. Üstü düz bir kayada yüzüstü uzanmış ve şapkalı bir çocuk, kayanın hemen aşağısında minik bir kız çocuğu, az ileride yayılan bir keçi vardı bu pastoral tabloda. Franz henüz çocukken babası almıştı bu tabloyu. O çocuklarla arkadaş olmuş ve arada bir cevap vermeselerde onlarla konuştuğunu hatırladı. Gördüğü tüm tablolar bir film şeridi gibi zihninden, gözlerinin önünden geçip gitti.
Goya’nın yüzlerce eseri ve Devleşme adlı tablosu (ihtiyacı vardı böyle bir şeye), Da Vinci’ nin Kayalıklar bakiresini düşündü. Kadim Çin’de Gün ışığında parlayan vadi’yi, Aziz Thomasın şüpheciliğini, Ormandaki Manastırı, Samson ve Delilahı, Salomeyi, Kelt savaşçısı ve ganimetleri, Kaplumbağa terbiyecisini düşündü.
Franz Kafka, başını sağa çevirince bir parıltı farketti. Bu iki gün önce kırılan kahve fincanının küçük bir porseleniydi. Güneş ışığı ona çarpınca ışımıştı. Oraya kadar koştu. Yakın olduğu için sıçramadı. Renkli porselenin içinde bir görüntü bir serap belirdi ışıkların etkisiyle. Gelecekte yaşayan bir şair şiir okuyordu. İnsan sesi duymayı özlediği için can kulağıyla dinlemeye başkadı.
Şair şiirini bitirmişti ki görüntü ve serap kayboldu birden. Kafka o zavallı görünümlü şaire acıdı. “Ne kadar da içten yazmış. Adına bakılırsa bir Türk” dedi. Bir Türk şairinin, bir İtalyan ressamının son anlarını destansı bir şekilde şiirleştirmesini taktir etti içinden ve fevkalade buldu. Şiirin teması başlıbaşına bir entelektüel bakışıydı. Kafka, “Ahhh be cancağızım, Ah be.Umarım anlaşılırsın ve farkını anlarlar senin. Ancak korkarım ki seninde kıymetin bilinmez” dedi.
Zihnindeki düşüncelerin, ket vurmaların ardı arkası kesilmiyordu. Çaresizce yeniden uzandı. Sonra doğruldu. İşte tam bu sırada O lanet olası camdan ışıklar içinde bir peri süzüldü içeriye. Her zamanki gibi yine şaşkındı. Ancak kalbinde iyimserlik ümitleri yeşermeye başladı Franz’ın. Gözlerini periden, onun ışıltılı güzelliğinden ve oryantalist yaldızlı zarif giysilerinden alamıyordu.
Peri kızı havada zarif kanatlarını çırparak bir tur atıp Kafka’nın önüne kondu. Gülümsüyordu.
___Çok ağladın ve çok şey düşündün yakışıklım, dedi. Sonra devamla : “ Bu içsel durumun senin delirmene neden olacaktı ki Tanrı buna izin vermedi ve bana bir melek göndererek duruma müdahale etmemi istedi. Emin ol ki Franz, bütün bu yaşadıkların ve yaşayacakların onun bilgisinden ve onayından geçiyor. Seni küçülten de büyütecek olan da Tanrıdır. Bizler onun izni ile hareket ediyoruz. Güç ve kudret sahibi odur. O tektir, eşi ve benzeri yoktur. Başlangıcı ve sonu olmayan ve kendisinden başka hiç bir kimseye benzemeyen sonsuz güç sahibidir. Her şeyi o yapar ama tüm bunlara rağmen meşgul de değildir” dedi peri kızı.
Kafka eski haline döneceğine emindi artık. Saatlerdir ağladığı için şişen gözlerinden mutluluk ışıltıları çıkıyordu.
___Eski halime dönecek miyim çiçeğim? diye sordu güzel periye. Peri kızı gülümseyerek
___Hemen kabul olacak beş dileğin var. İyi düşün ve bu beş dileğini söyle bana, diye cevapladı.
Franz Kafka bir süre düşündü. Sonra kararlı bir şekilde oturarak beş dileğini söyledi periye:
___Beş dileğim şu ki cennet bahçelerinin narin çiçeği, İlki, Emma Bovary’nin içtiği arseniği meşrubata çevir. İkincisi, Heatclief’in ölmemesi için yalvardığı sevgilisi Catherine’nin hastalığını iyileştir. Üçüncü dileğim Julien Sorel’in elindeki tabancasını yok et. Yok et ki Madam de Renal’i vurup yaralamasın. Dördüncüsü şu ki; sen gelmeden önce gelecekteki bir şairin şiirini dinledim. Bu şairin ölmeden yıllar önce dünyaca ünlü biri olmasını ve tanınmasını istiyorum, zira o bunu hakediyor, dedi. Sustu.
Peri kızı sordu tebessüm ederek;
___Ya beşinci ve son dileğin nedir yakışıklım?
Tebessüm etme sırası Franz Kafkadaydı.
Kendisini işaret ederek dedi ki:
___Veee bu pire kadar küçülen yazarı, Franz Kafkayı eski boyutuna dönüştürerek devleştir.
Peri, elindeki çubuğu sallayıp aniden yok oldu. Tam o sırada Kafkanın bedeni büyümeye başladı. O kadar büyüdü ki birkaç saniye sonra kendisini masanın üzerinde oturuyor buldu. Evet, her şey normale dönmüştü. Tanrıya şükretti. Masadan inip evi kontrol etti. Milena’sı yoktu ortalıkta ve ona gitmeliydi. Şapkasını takıp, evden çıktı. Sokağın sonundaki çiçekçiden bir demet gül aldı. Az ilerideki faytona binip gideceği adresi bildirerek arabayı sürmesini söyledi. Milenaya doğru…
SONER DOĞAN