Demişler
Bildiğimiz cenaze evlerinden biriydi. Dışarının boğucu havası içeriye de aksediyor sıcaktan bunalan insanlar bedenlerine azıcık esinti gelmesi umuduyla vantilatörden yana oturmaya çalışıyorlardı. Ancak bir kişi vardı ki en kuytu köşede oturmasına, üzerinde kollu çiçekli elbisesi ve gri yeleği olmasına rağmen ne sıcak ne de ağıt yakan insanlar umurundaydı. O başka bir boyutta yaşıyordu sanki. Ona bakanlar yüreğinin yerinde taş taşıyor zannedebilirlerdi. Bunlardan biri de Nisa’ydı. Bütün kadınlar ağlaşırken teyzesinin hareketsizce ve hiçbir şey olmamışcasına tepkisizliği ilgisini çekiyordu. Neredeyse sekizini bitirmek üzere olan bir çocuk için elbette ki o putlaşmış kadını anlaması beklenemezdi. Nisa teyzesinin yüzüne uzun uzun baktı. Teyzesi de aynı onun baktığı şekilde uzun uzun baktı. Nisa bu tepkisiz bakışmadan sıkılıp mutfakta helva yapan kadınların yanına gitti. İşe yaramak istiyordu. Her ne kadar teyzesinin tepkisizliğine sinir olsa da eline tutuşturulan helva tabağını teyzesine götürmek zorunda kaldı. Çünkü annesi emrivaki bir ses tonuyla söylemişti.
“Bunu Esma teyzene ver, dünden beri bir lokma bir şey yemedi.”
Nisa isteksizce Esma teyzesinin oturduğu kanepeye yaklaştı.
“Annem gönderdi yesin, dedi”
Esma kar gibi tülbentinin yakasını açmış, tesbih çekiyordu. İçinden sessizce dualarını mırıldanırken başını öne arkaya doğru salladı.
Nisa teyzesini bir süre daha seyrettikten sonra yine mutfağa annesinin yanına gitti. Annesi yüzüne şefkat yükleyerek merakla sordu.
“Verdin mi kuzum yedi mi teyzen helvasını?”
“Yooo…” dedi Nisa kayıtsızca.
Annesi şıra bulaşan ellerini sarı mutfak bezi ile ovuştururken derin bir “Oooff” çekti. Fayansları sararmış tezgaha yaslandığında yüzündeki kederi daha da fazlalaştı.
“Üzüntüden hiçbir şey yemedi, bir de o hastalanmasın Allah muhafaza.”
Nisa’nın o çocuk gözleri irileşti. Annesinin söyledikleri ile teyzesinin davranışları onun çocuk kalbinde tezat duruyordu.
“Yoo…” dedi Nisa gözlerini iyice büyüttü. “O hiç üzülmüyo ki, hiç ağlamıyo ki…”
Annesi derin derin iç çekti. “Ahh ahh! Nisam nasıl ağlasın? Ağlayacak hal mi kaldı onda, o istese de ağlayamaz” dedi burnunu çekerken. Dizlerinin üzerine eğilip Nisa’yı kollarının arasına aldı. Deli gibi çarpan yüreğiyle birkaç ağıt yakarak ağladı. Yere kendini bıraktı.Terlikleri ayaklarından savrulmuştu.
Nisa da annesinin yanına oturdu. Annesinin ağlamasına çok üzüldü. Minik elleriyle annesinin sırtını sıvazlayıp onu avutmaya çalışırken yine teyzesi aklına düştü.
“Esma teyze neden ağlamıyo anne? Ablası değil mi anneannem? Onu hiç sevmiyo muydu? İnsan ablası ölünce bile mi ağlamaz?”
Nisa çok haklıydı aslında. İnsan ablası ölünce bile mi ağlamazdı? Ağlardı elbette. Ama bazı insanlar ne yazık ki ağlayamazlardı. Hele ki büyük acılarda asla ve asla ağlayamazlardı. Çünkü kederlerinin arkasına sakladıkları göz yaşları çoktan kurumuş olurlardı. Geriye çölden farksız bir duygu durumu kalırdı.
Esma bazen dolu dolu bakardı. Öyle dolu dolu bakardı ki o gözlerinden yaş bir akabilse bütün İstanbul ıslanacaktı sanırdı insan.
Esma’nın hikayesini bilenler o yorgun gözlerindeki kuraklığın nedenini çok iyi bilirlerdi. Köyün en güzel kızlarından biriymiş bir zamanlar. Hani enine boyuna derler ya öylesine…Böyle kızların seveni kadar düşmanı da çok olur derler. Esma’nın da düşmanı çokmuş dolayısıyla. Soysuzun biri çekmiş bir gün ahıra… Sonuçta avuç içi kadar köy. Duymayan kalmamış kısa zamanda. Esma hayalleriyle süslediği geleceğinin kararmasına mı yansın yoksa köyün diline düştüğüne mi yansın bilemiyordu. Delişmen kalbinde filizlenen tüm çiçekler kurumuştu. Bu uğursuz olaydan sonra evin üstünü de kara bulutlar sarmıştı. Babası el yüzüne bakamaz olmuş kendini dağlara vurmuştu. Kısa bir zaman sonra köyün çobanları cenazesini getirdikleri zaman Esma yine o günkü gibi putlaşmıştı. Acısını içine gömmüş gözlerinden bir damla yaş akmamıştı. Esma artık -lekeli bir kadın-dı. Köyde onu kolay kolay kimse almazdı. Ancak iki çocuklu, biraz aklı eksik bir adam olan Mehmet Esma’ya talip olunca annesi gönüllü olarak veriverdi adama. On dördündeydi o zamanlar Esma. Dayakla, sövmeyle, saymayla geçen evliliğin devamında -Bozuk Esma- oldu adı. Bu ad on beşinde -kısır Esma-yla değişti. Kimseyle konuşamayan, derdini anlatamayan çocuk kadın Esma düşükten dolayı kanaması olduğunu anlamamışta ay başı olduğunu sanmış çoğu kez. Sonraları anladı karnında bir bebek taşıdığını. Ancak onlarla da sürdüğü tarlaların toprağını sulayınca adı yine değişti. -Hastalıklı Esma- dediler. Sonra bu isim tekrar değişti -döl tutmayan- oldu yeni adı. Yıllar aktı geçti. Geçen yıllar Esma’nın hem bedenini hem yüreğini günden güne kuruttu. Kırkında avurtları çöktü. Yüzündeki çizgiler sekseninde bir nineninki kadar derindi. İşte tam bu aralar kocası ölünce adı tekrar değişti -dul Esma- diyorlardı ona. Ama onun hiçbir şey umurunda değildi. Bazen acı acı güler bazen deli deli bağırırdı, bazen de eline tesbihini alır boş boş bıdırdanırdı.
işte şimdi Esma yeni bir acıyla baş başaydı. Severdi aslında ablasını ama o büyük acılarda kalbini kilitlemeyi çok genç yaşta öğrenmişti. Şimdi de kalbi kilitliydi. Ağlamayı denese de gözleri buna izin vermiyordu… Esma’nın yerine gök yüzü yaz gününe inat ağlamaya başladı. Taziye evinde alelacele camlar kapatıldı. Nisa gök gürültüsünün korkusuyla teyzesinin kucağına saklandı. Esma yeğenini bağrına basıp, “Korkma teyzesinin bir tanesi” diyerek sımsıkı sarıldı. Gözlerinden bir damla düştü düşecekti ki tekrar geri gitti. Bazıları acılarını ve sevgilerini gün yüzüne çıkaramazlar. Tıpkı Esma gibi.