Karlı dağlara doğru döndü yüzünü; biraz olsun görünen güneşe, kendi içine… Yıllar bir ah oldu dilinde, sonra elindeki tesbihe dizdi onları bir bir. Durmadan çekti ah’ı. Ah’ını. Kırlaşmış kaşları karla bütünleşti. Bir an kar kütlesine dönüştü bedeni. Güneş yükseldikçe eridi, eridi, eridi… Toprağa karıştı, sonra bulutlara yükselip tekrar döndü özüne. Bir döngü müydü bu, nereye kadar devam edecekti? Sonsuz bir döngü girdabı mıydı bu yoksa?
Bir zamanlar geçtiği yollar, tırmandığı yokuşlar, dişini tırnağına taktığı bütün o yıllar geçti gözlerinin önünden. Gözleri kâh perdelendi kâh duru sular akıttı yanaklarına. Koca şehirde tutunamayan bir kendisi miydi? Gül kokulu Fidan’ını yutmuştu koca ağzıyla o koca şehir. Evlatlarının her birini bir yere savurmuştu. Bir o muydu yüreği bedenine ağır gelen? Bir o muydu elleri bağrında kala kalan böyle?
Kendisi şu karlı doruklar gibiydi şimdi. Üşüyordu. Uzun bir süre geçmiş olmalıydı. Kirpikleri de doğaya uyum sağlamış, bir ağacın dalları gibi kar biriktirmişti. Bir kuş sesi geldi yakınlardan. Nasıl, dedi. Nasıl oluyor da bu dondurucu soğukta hayatta kalabiliyorlardı. Kendisine benzetti onları.
Şimdi de bir ıslık sesi duyuyordu sanki. Sanki iki kişi birbiriyle haberleşiyordu. Kar bütün sesleri önce uzaklaştırıyor, sonra yutuyordu.
Evinden bu kadar uzaklaşması hayra alamet değildi. Birkaç saat sonra başlayacağını hissettiren tipi yön duygusunu şaşırtabilirdi ona. Ayak parmaklarını hissetmemeye başlamıştı. Eve dönmeliydi. Biraz daha kalıp öyle gitmek istedi evine. Yuva olmayan, sadece dört duvarlı, tek göz odalı evine.
Paltosuna daha sıkı sarıldı. Dağların uç noktasına baktı sonra. Değişen hiçbir şey yoktu. Gökyüzü kapanmaya başlamış, kısık güneş hiç göstermez olmuştu kendisini.
Bir bulut dikkatini çekti az sonra. Şeffaf bir griliği vardı, biraz da kum tonları vardı üzerinde. Belki de kumları yutan bir fırtına taneleri göğe taşımıştı. O bulutun arkasından utangaç utangaç gülümsüyordu güneş.
Bu an öyle içini ısıtmıştı ki. Hemen ayağa kalkmıştı ve bir nebze olsun yakınlaşmak istiyordu bu eşsiz tabloya. Kendisinden başka gözle görünen hiçbir canlının bu şaheserliğe şahit olmamasına üzüldü. İçten içe seviniyordu da aslında. Bir tek o görmüştü, bir tek ona görünmüştü bu harikalık. Nasıl olduysa birkaç dakika sonra güneşten mavi bir ışık yayılıp dağlara inmişti. Şimdi engin bir deniz gibiydi uzaklar. Sanki gökyüzü yere inmişti. Toprağın rengi maviydi, masmavi ışıklar yansıtıyordu etrafına.
Donmuş kirpiklerinin arasından sızıyordu bir mavi ışık. Daha büyük maviliklere doğru atıyordu adımlarını…