İkimiz de birbirimizden habersiz dünyanın sesleri ile beraber yürüyorduk. Bu zamana kadar tevafuk ettiğim insanlardan kim bilebilirdi ki bu insanın benim Ruhu Revan’ıma dokunabileceğini? Her şey o ıssız gecede başladı. Bir gece vakti saat sekiz sularında bir iç sıkıntısıyla, içimde bir huzursuzlukla beraber yola çıktım. Şehir sessiz, puslu bir hava, göz gözü görmüyor. Gece siyah örtü ile kaplı, sokak lambaları karanlıkta kalanlara yön veriyor. Ben ve gölgem boylu boyunca ilerlerken bir bank belirdi, o tarafa doğru yürümeye başladık. Yanımızdan geçen çiftler, delikanlılar, sarhoşlar öylece kalakalmışlar. Sanki konuşmadan gözleriyle anlaşıyorlardı. Hayatın sesleri herkes için farklı çalıyordu. O gece içlerinde olup biteni kimse anlamadı. Bankta gölgemle hasbihal halindeydik. Hemen not defterimi çıkardım. Bir yandan istişare yapıyoruz; zamandan bahsediyoruz, gidenin neden gelmediğinden ve yalnızlıktan, diğer yandan da yazıyorum. Kendimi o kadar kaptırmışım ki sesli düşünmeye başlamışım. Ne geleni görüyorum ne de gideni. Kendi dünyamda kaybolmuşum. Dünyamdan çıkarken yanımda birinin oturduğunu hissettim. Endişeli, bir o kadar da cesaretli bir şekilde kafamı çevirir çevirmez göz göze geldik. Yabancı bir göz ama bir o kadar da tanıdık. Masumdu, durgundu, sanki derdi olan adamlar gibi dolu ve suskundu. Sessizlik çöktü, adeta şehir susmuş bizim konuşmamızı bekliyor gibiydi. Neredeydi delikanlılar, çiftler? Bir anda kaybolmuşlardı. Ne yapacağımı şaşırmış bir vaziyette etrafı gözlerimle kolaçan etmeye başladım, kimsecikler yoktu. Kalksam ya arkamdan takip ederse diye düşünürken kadın cinayet haberleri gözümün önünden film şeridi gibi geçti.” 17 yılda 15 bin kadın katledildi. Türkiye de bitmek bilmeyen kadın cinayetleri…“ Kalksam mı kalkmasam mı? Biri beni durdursun. Gözlerine baktığımda kötü bir şey hissetmedim. Gözler yalan söylemez. Aklım serseri olduğunu düşünüyor, kalbim ise iyi birisi olduğunu… Aklım ve kalbim arasında mekik dokuyorum. İnsanoğlu hep ikilem içinde, çünkü akıl ve kalp olduğu sürece bu ikilem bitmez. Zaten ikilemde kalmayan insandan her zaman korkarım, ya aklını susturmuştur ya da kalbini…
Sessizlik bozuldu;
-Zamandan bahsediyordunuz. (Ah! Yine sesli düşünmüşüm, kendi dünyamda kaybolmuşum.)
-Zaman öyle bir zaman ki, ne gelmesini biliyor ne gitmesini.
-Şahsına münhasır yaşıyor yani? (Ah be kızım bir kere de sus! Tanımadığın insan! Kim olduğu belirsiz.)
-Evet. Kendine özgü yaşar.
Tekrar sessizlik çöktü. Saate baktım epey bir geç olmuş. “Artık kalkmalıyım.” dedim ve tam ayaklanırken yanımda olmadığını fark ettim. Nereye kaybolmuştu? Daha saniyeler önce benimle konuşan kimdi? Şimdi neredeydi? Etrafa göz gezdirdim. Sokak hayvanlarından başka kimse yoktu. Hemen doğruldum, evin yolunu tuttum. Eve geldiğimde herkes uyumuştu. Ben de ses etmeden odama çıktım, bu akşam yaşadığım olayın muhasebesini yapıyordum. Çok garip biriyle denk geldim ve hakkında hiçbir fikrim yoktu. Kimdi, neydi, neciydi? Tek bildiğim iç dünyama ortak olduğuydu. Hayat o kadar garip ki, garip demekle yetiniyorum.
Ertesi gün, kendimi kaybettiğim o kaldırımda, kendimi bulmak için yola çıktım. Dünyadan kendimi koparmak için kulağıma hafif bir müzik tıngırdattım ve iç dünyamla beraber ritim tutmaya başladık. Arkadan Sezen Aksu – Vazgeçtim şarkısıyla sokaklara meydan okuyorduk. Vazgeçtim gözlerinden… Sessizce kimsesizce… Hiç tanımaz tenim ellerini bilmez… Yok olmak zamanı şimdi…
Vazgeçmek mümkün mü gözlerden? Gözler mühim bir mesele olması gerek azizim. Kimsenin göremediğini görmek, nadir insanın anlayacağı bir şeydir. Önemlidir, kıymetlidir. Herkese nasip olmaz. Gözlerine daldıysan ruhuna da dalmışsındır. İnsan ruhundan vazgeçer mi? Galiba vazgeçmek mümkün olmayacak Sezenim. Meydan okumaya devam ederken sokak sanatçılarını gördük. Hepsi farklı köşelerde hayatlarını çalıyorlardı. İç dünyamdan dış dünyaya çıkarken, şöyle köşeye geçip hayatlarına karıştım. Bu sefer onlar içteydi, ben ise dıştaydım. Ses etmeden onları dinledim. Ne demek istediklerini anlamaya çalışıyordum. Şu bir gerçek ki; dışarıda yaşayanlar içte olup biteni anlayamazdı, biliyordum.
Sokakta hayatı öğrenenler idolümdür. Her zaman kendi emeğiyle bir yerlere gelenlere çok imreniyorum. Özellikle sokakta yaşayanlar… Hayat onları çiğneyip üstüne tükürse de, insani değerlerini kaybetmedikleri ve rengarenk oldukları için şanslılar. Hayat işte, herkesin enstrümanı farklı… Kendimi öyle kaybetmişim ki saatin epey geç olduğunu fark etmemişim bile. Kim bilir, ruhum nereye gitti geldi. Neyse… Toparlanıp yola koyulduk. İçim sokak çekiyor, bilmem anlatabildim mi?
Geçen gün gittiğim parka gidip oturdum.
İçimde öyle bir sessizlik var ki, bütün sesleri duyabiliyordum. Şöyle sağıma baktığımda çam ağaçları boy boy dizilmiş, yere dökülen kozalaklar nostaljik bir hava katmış ortama. Elime küçük bir kozalak aldım, uzun uzun baktım. Biz de açılmamış kozalak gibiyiz, bir iki sahiplenmeyi görmeyiverelim, hemen açılıveririz. Parka iki genç geldi, köşede ateş yaktılar. Uzaktan onları seyrediyordum. Sonra yanıma Çiçek Adam geldi. Ses etmeden yanıma oturdu. Onun da dikkatini ateş çekti, uzun uzun baktı… Sanki ateşle konuşur gibiydi. “Biliyor musun, ateşi seyretmeyi seviyorum.” Kesin ateşle ilgili bir hikâyesi olmalı.
-Ateşe bakınca özlemle beraber içim de yanıyor. Çok küçüktüm. Değer verdiğim biri vardı. O kadar çok severdim ki idolümdü. Bir gün, bir haber geldi… Yanarak ölmüş. İşte o ateş; beni hem yaktı hem de içimde özlem biriktirdi. Bu yüzden; her ateş gördüğümde aklıma gelir ve özlemle beraber içimi yakar. Beni yaktıkları gibi… Ben de herkesi yakacağım!
Öyle öfkeliydi ki, öfkesi gözlerine vurdu. Bir yandan ağlıyor, bir yandan da senelerdir alamadığı intikamını nasıl alacağını planlıyordu. Ben ise sadece dinliyordum. İçinde o kadar büyük bir ateş vardı ki; hangi sözüm, hangi kelimem, senelerdir o yanan ateşi söndürebilirdi ki… Sessizlik çöktü. Omuzumda bir ağırlık hissettim. Birbirimize yaslanıyorduk. O an, ikimiz de hayattan kopmuş bir vaziyette iç kavgalarımızın esiri olmuştuk.
-Ne garip değil mi, insanın çaresiz kalması? Senelerdir uğruna inandığı şeylerin peşinden gitmesi… İnançları uğruna koca bir hayatı hiçe sayması ne kadar doğru sence?
-Bana mı soruyorsun?
– Evet, sana soruyorum.
– İnsanlar, kalpten inandıkları ya da kendince doğru gördüğü şeyler için hayatını değil kendini yakar. Biz buna kendi kaderini çizmek diyoruz.
– Peki, sence kader bizim elimizde mi?
– Bir yere kadar. Ama bir yerden sonra alnına ne yazılıyorsa onu yaşarsın. İyi de kötü de senin kaderin, önemli olan seçtiklerinin farkına varmak.
(Yani hayatım benim elimde düşünsene, koca bir hayat sana bakıyor.)
Doğru söylüyorsun diyerek konuyu kapattım. Oysaki o kadar çok konuşmaya ihtiyacım vardı ki. Bir an sessizlik çöktü. Sanki hayat bizi sobeledi ıssız ve karanlık bir yerde. Sonra oturduğumuz banktan kalkar gibi olduk ama ikimiz de kalkamadık. Bir şey vardı bizi çeken. Kısa bir sohbet bizi çok derin yerlere götürdü. Onun ağırlığından mı bilmiyorum ama sabaha kadar sessizce orada oturabilirdim. Aradan bir iki dakika geçti, yanımdaki adam kalkmak istedi. İyi geceler diyerek usulca yanımdan geçti ve gitti. Az önce konuşan o değilmiş gibi. İçimden şöyle geçirdim, (kim bilir hangi inancın peşinde…)
-İyi geceler…
Her zaman diyorum; hayat çok garip, garip demekle yetiniyorum.
Ben ve iç sesim baş başa kaldık. Onca kalabalığın arasında nefes alamadığımızı fark ettik ve köşemize çekildik. Ne garip değil mi? İnsanın kaderinin elinde olması, seçtiklerimiz ve seçemediklerimiz, doğrularımız ve yanlışlarımız. En çok da kalpten inandıklarımız. En çok da onlar… Ah ah garip işte…
Yine bir gün sokaklarda cirit atarken Çiçek Adam’la denk geldik. Öylece oturuyor. Nasıl tarif etsem? Var ama yok gibiydi. Öyle kaybolmuştu ki, beni bile fark edemiyordu. Usulca yanına oturdum, elinde her zamanki gibi birası. Kendine vakit ayırdığı belliydi ama bir şey eksikti. Beni görür görmez gözleri parladı, sanki eksik olan benmişim gibi. Yanına oturdum öylece. Bir yandan keyif çatıyor, bir yandan da bana bakıyordu. Dokunsam dökülecek ama bilerek dokunmuyorum. Uzun bir süre sessizlik devam etti. Birden:
-Ah be kızım bu insanlık nereye gidiyor? Herkes menfaat peşinde. Yalan ağızlarından değil gözlerinden okunuyor. Hayallerim var benim, çok güzel hayallerim ama bu hayaller uğruna ne canlar gidecek ne gözyaşı akacak. (Dokunmadan döküldü uzun oldu ama olsun.)
-İnsanlık tarihi zor, hayatı biz zorlaştırıyoruz, biz çıkmaza sokuyoruz.
-Biliyor musun? Benim derdim çocuklar. O kadar çok üzülüyorum ki sokaktaki çocuklara. Ya şöyle bir dön bak ayaklarında çorap yok. Hayat çok acımasız, herkese eşit davranmıyor. Küçücük bedenlerine koskoca dünyayı sırtlamışlar. İnsanlardan uzak yere gitmek istiyorum, çok uzaklara…
(Haklıydı, sadece dinliyordum… O kadar güzel yere parmak basmıştı ki insanının o yola gidesi vardı. Neden derdi sokaktaki çocuklar biliyor musun? Sahiplenmeye, sevilmeye, koruyup kollanmaya ihtiyacı var. Bu dünya iliklerine kadar bunu ona hissettirmiş, belki de bir başkası hissetsin istemiyordu. Bu yüzden kendini çocuklara adayarak yapacaktı. Onların mutlu olduğunu görmek, onu mutlu edecekti. Yaşadığını hissedecekti ama sonu… İşte orasını ne o biliyordu ne de ben… Beni bırakıp bir yere gitme diyemedim, biliyorum gidecekti. Belki bir gün…)
Son yudumu içti ve şöyle veda etti; bir gün her şey çok güzel olacak…
Geçen konuştuğumuzda bundan bahsediyordum; kader bizim elimizde… Ben ne kadar ona sessiz çığlıklarımla anlatmaya çalışsam da, asla anlamayacak. Çünkü kalpten inanıyor. Kendi durumumdan biliyorum, en büyük inanç kalpte başlar ve kalpte biter.
Böyle bir gecenin ardından insan sadece uyumak istiyor, biraz da olsa uyumak…
O günden sonra ne o beni gördü, ne de ben onu. Her gece sokaklara çıktım, her yere yürüyerek gittim belki görürüm diye. Aklımın kenarında, acaba hayalini yaşıyor mu? Ya da hangi inançlarını yaşatıyor? Hayatıma hızlıca girdiği gibi çıktı. Gözlerim gözlerini aradı. Sadece bir çift göz görsem ona sarılıp diyecektim ki: “Beni bırakıp bir yere gitme. Beklemek lazım, uzunca beklemek…”
İçim sokak çekiyor.
Kendimi vurduğum sokaklar çiçek kokuyor, şifa oluyor. Kendimi iyi hissediyordum ve hep iyi hissedecektim. “Bir umuttur yaşamak “ demişler. Bu sözü zülfüyârıma astım.
Eksik tarafımla yollara koyuldum. Gitmediğim yer, gezmediğim sokak kalmadı. Şuramdaki sokak kokusu geçmiyor. Her zamanki mekânıma geldim. Elimde oreolu çikolata, yanında da kakaolu süt. Efkârlı olduğumu buradan belli ettik. Ama eskisi gibi tadı yok. Çiçek Adam olsaydı diye içimden geçirdim. Öyle çaresizdim ki, ağlaya ağlaya yok olmak istedim. Zaten günün birinde o da olacaktı. Bir an arkamda birinin olduğunu hissetim. Bir yandan ağlıyorum, diğer yandan merakla kim olduğunu düşünüyorum. Omzumda bir ağırlık. Kafamı bir çevirdim, tanıdık bir el ve işte o koku… Yanıma oturdu, gözyaşlarımı sildi. İkimiz de susuyorduk. Ben ise sadece gözlerine bakıyordum. O gözyaşımı sildikçe ben daha çok ağlıyordum. Aradan zaman geçmesine rağmen hiç değişmemişti. Bakışı aynıydı. Gözlerinden öptüm, ıslaklık hissetim ve tekrar öptüm. Omzuna başımı koydum, ağlamaya devam ettim. Bir tek kelime dahi edemedim. Boğazım düğüm düğüm oldu. Onca sene gelmesini beklediğim, her yerde onu aradığım adam; şu an yanımdaydı. Adam kocaman sarıldı, dünyayı kucaklar gibi. O an sarmaşık bir hal aldık.
-Gözyaşlarını akıtma, bak ben buradayım artık. (Gözleri parlıyor. Ama ben; “Zaman geçtikçe yok olacağım.” diyemedim…)
-Beni bırakıp neden gittin? Hiç mi düşünmedin geride kalanları?
-Düşündüğüm için gittim. (Ağlamaya başladı.)
-Sana beni bırakıp gitme diyemedim. (Ağlamaya başladı.)
-Gitme desen de gidecektim, biliyorsun.
-… (Sarıldı, kokusu ciğerlerimi sardı).
-Hiç değişmemişsin, yine gözlerin aynı bakıyor ve çok güçlenmişsin. (Gülüyor.)
-Sen de hiç değişmemişsin. Yine dimdik ayaktasın ve karşımdasın. (Tebessüm etti.)
Dimdik ayaktayım. Ah ah rüzgâr gibi savruluyorum.
-… (Tebessüm etti.)
-En sevdiğim ikili. Bana yok mu? (Gülüyor.)
Korkuyor soracağım sorulardan. Her zamanki gibi kaçak dövüşüyor, kartları yine kapalı.
-Olmaz olur mu? (Tebessüm etti.)
İkimiz de sadece o anın tadını çıkardık. Hayatlarımızda olup biten havadisleri söylemedik. Belki de söyleyemedik. Saatlerce sustuk ve birbirimizin gözlerine baktık. Gözler mühim bir mesele azizim. Oysaki ikimizin de konuşmaya ihtiyacı vardı. O gün gözlerimiz konuşmuştu, dilimiz lâl olmuştu. Bu zamana kadar ne ben onu zorladım, ne o beni. Belki zorlasak bu kadar karışık olmayacaktık. İkimiz de kendi hayatlarımızda o kadar çok sorgulanıyorduk ki, bizi bağlayan sebeplerden biri de birbirimize karşı sorgusuz ve güven içinde olmamızdı belki de…
Çiçek Adam’la tanışmamız enteresan bir şekilde olmuştu.
Bir gün antrenmana giderken bir çift göz görüyorum. Hem yabancı bir o kadar da tanıdık…
Ruhunun derinliklerinde sakladığı hikâyesini gözlerinde gördüm. Gözler bu yüzden benim için önemli. Bir insanın ruhuna inmek, tarif edilemeyecek kadar muazzam bir şey, mucize gibi… Hani derler ya “Mucize baktığın yerdedir.” Bakmak ve görmek arasındaki o ince çizgi… Ben bakmıyordum, görüyordum. Ruhu ruhuma o kadar yakındı ki, aklından geçen her şeyi hissedebiliyordum. Senelerce gözleriyle konuştum. Bazen delirdiğimi düşündüğüm günler oldu, ama o kadar çok inanıyordum ki gözlerinin dili olduğuna… Çok şey paylaştık. Birbirimizin her şeyi olduk. Yeri geldi gittik, yeri geldi döndük, ağladık, güldük, kızdık. Ama her zaman o tarif edemediğimiz bağı koruyabildik. Buna rağmen kendini saklıyordu. Güvenli alanı vardı ve oraya girdiğinde kolay kolay çıkamıyordu. Oysaki ben her şeyi görüyordum. Yüreğinin güzelliğini görebiliyordum. Bu yüzden ona Çiçek Adam lâkabını taktım. Çiçek gibi bir yüreği vardı. Bir gün bana benim neyime bağlandın dediğinde:
Ruhuna… Diyemedim… Çünkü bazen bazı şeyler gizli kalmalıydı. Tıpkı beni sevdiğini söylemediğin gibi…
Ruhu revanım…