El örgüsü yeşil hırkasına, dizlerinin altına kadar inen kahverengi eteğine, yarım baş örtüsüne, rengini kaybetmiş ayakkabılarına bakılırsa Çamurlu Mahalle’nin kadınlarından biri olmalıydı.
Otobüs durağa yanaşırken kalabalıkla birlikte yavaş yavaş yürümeye başladık. Sabah ayazından kurtulup, birbirine karışan nefeslerin ısıttığı otobüsün koridorunda ilerleyip, orta sahanlıktaki direğe aynı anda yapıştık. Her frende etrafımızdaki erkeklerden birine sürünmemek için biz gayret ediyoruz ama onlar en ufak sarsıntıda üzerimize abanmakta bir beis görmüyorlar. Tam arkasında duran pala bıyıklı iyice yapışmış gibi. Başını ağır ağır adama doğru çeviriyor. Artık nasıl baktıysa pala bıyıklı anında sırtını döndü. Göz göze geldik. Gülümsedim. O da gülümsedi.
Trafik normalin üzerinde tıkanmış. Her taraf kilit. İlerde kaza var deniliyor. Yüzü güneş yanığı olan bir adam ağlamaklı şoföre yalvarırcasına söyleniyor.
“Ya Allah için gardaşım. Yine yevmiye gitti.”
Şoför iki kolunu yukarı kaldırıp, “Uçacak değilim. Sen söyle. Ne yapayım?” dedi.
Yolcular birer birer inip yürümeye başladılar bile. Koltuklar boşalınca yan yana oturduk.
Adı Cemile’ydi. Kocası handa çaycılık yapıyordu. Aslında pazarda bir tezgâh kapabilse ocağı o saat bırakacaktı. Bir ara hamallık yapmış, belini ağrıtmıştı. İstanbul’u sevememişti ama oğlunun okuyacağını düşününce taşına toprağına kurban olası geliyordu. Köyde okul vardı var olmasına da bütün çocuklar tek odadaydı. Okuma yazma öğrenmeden diploma alanlar çoktu. Neyse ki o öğrenmişti çok şükür. Kocasının adı Muhlis’ti. Aslında doğduğunda İbrahim demişlerdi ama çok ağlayınca dedesi, “Adını sevmedi bu,” diyerek kulağına yeniden ezan okumuştu.
Kocası doğduğunda o sekiz yaşındaydı. Amca çocukları oldukları için aynı evde yaşıyorlardı.
Derin bir nefes alıp pencereden dışarı baktı. Sonra dönüp yüzüme baktı. Sanki anlatıp anlatmamakta tereddüt ediyordu.
Baharda doğan çocuklar köy yerinde meseleydi. İbrahim yani Munlis de işte o bahar bebeklerindendi. Daha kırkı çıkmadan kucağına vermişlerdi. ‘Biz tarlaya gidiyoruz. Bundan böyle bu çocuğa sen bakacaksın,’ demişlerdi. Yengesi gün ortasında gelip emzirip çabucak tarlaya dönüyordu. Zaten o yüzden kocası ufak kalmıştı. Böyle boysuz, tıfıl bir şey olmuştu.
Kocası doğunca oyun ona yasaklanmıştı. Hiç çocuk oyundan vaz geçer mi? Dışarıdaki arkadaşlarının seslerini duydukça kucağındaki bebeğe kinlenir olmuştu. ‘Allah’ım bu ölsün, ben kurtulayım,’ diyordu. Sekiz yaşındaki bir çocuk bebek bakmayı ne bilsin? Ağladıkça bir tane vurup susturuyordu. O zayıf bebeğin bir ağlaması vardı ki, yeri göğü inletirdi. Birkaç aylık olduğunda Cemile’yi artık tanır olmuştu. Onu görür görmez basıyordu çığlığı. İşte o ağlamalarına çare bulamayınca dedesi adını değiştirmişti. O yaz öyle geçmişti. Muhlis yaşına geldiğinde annesi ara ara tarlaya götürmeye başlamıştı ama yine de bazı günler evde kalıyordu. Annesinin arkasından eti kesilmiş gibi ciyaklardı. Bazen de katılır, nefessiz kalırdı. Yaşlı kadınlar söylemişti. O uğunmalar yüzünden göbek fıtığı olmuştu.
Dedeleri de o kış hastalanmıştı. Oğullarını, kızlarını, gelinlerini baş ucuna toplayıp vasiyet etmişti. Etmeyesice. Üç beş tarlayı kendi kafasına göre bölmüş son olarak da ‘Bir vasiyetim daha var,’ demişti. ‘Cemile’nin Muhlis’e çok emeği geçti. Onları beşik kertmesi yapıyorum.’
Zaman geçmiş, Muhlis de Cemile de büyümüştü. Oralarda kızlar on üç, on dört dedi mi görücüler gelmeye başlardı. Ama nedense Cemile için gelen giden yoktu. Kendi kendine, ‘beni kimse beğenmiyor mu? Köyün en uzun boylu kızıyım diye delikanlılar beni istemiyor mu acaba?’ diyerek hüzünlenir olmuştu. Meğer beşik kertmesi olduğunu oğlan anaları babaları biliyormuş. Amca oğluna sözlü kıza kimse dönüp bakamazdı. Hatta derler ki, amca oğlu isterse; ata binen gelini attan indirip nikahına alabilir.
Gizli gizli muhtarın oğlu ile mektuplaşmaya başlamışlardı. Köy yerinde öyle buluşma ney olamazdı ki. Ama nasıl seviyordu bir Allah bir de o biliyordu. Muhtarın oğlu askere gitmeden önce mektup bırakmış, ‘bekle beni,’ demişti. Elbette bekleyecekti. Köyde yaşıtlarından kimse kalmamış hepsi çoktan, bebelerini bile kucaklarına almışlardı. O muhtarın oğlunu bekleyedursun, bir sabah annesi, yarın sana kına yakacağız demişti. Öylece kalakalmıştı. İşte o gün öğrenmişti Muhlis’le beşik kertmesi olduğunu. Ayağını yere vurup, ‘Etimi etine dövseniz, ben o cüceyi istemem,’ demişti ama nafile. ‘Ya çocukluğum ona bakarak geçti, boklu bezlerini yıkamaktan hâlâ bileklerim ağrıyor. Şimdi de o sümsük kocam mı olacak?’ diye bağırmıştı ama nafile. Kimse aldırmamıştı. Elbette o da istemezdi. Dayağını yediği ablası yaşındaki kızı niye sevsin, niye karısı olarak istesindi ki? Gel gör ki, oralarda evlenecek kıza oğlana sorulmazdı. Söz hakkı ailenin büyük erkeklerindeydi. Ha bir de beşik kertmesine uymayan ocaktan uğursuzluk eksik olmaz diye bilinir. O da vardı. İşte Muhlis de harmanda arkadaşlarıyla çelik çomak oynarken, ‘Gel bakalım damat’ demişlerdi. Duyunca, ‘İstemem emmi istemem,’ diye yeri göğü inletmişti. Cemile odasında, o ocağın başında birbirlerinin sesini duyarak bağıra bağıra ağlamışlardı. Cemile’nin başından aşağı kırmızı bir elbise giydirip, takım elbisesi büyük gelen Muhlis’in yanına oturtmuşlardı.
Hocanın önüne diz çöktüklerinde nedendir bilinmez midesi bulanmıştı. Anası, ‘Nikah olunca melekler içine sevgi verecek,’ demişti ama nerde? Sevgi şöyle dursun iğrenme gelmişti. Zaten sevmiyordu Muhlis’i o günden sonra da gözünde iyice çirkinleşmişti. Ertesi gün kulakları sağır eden bir davul zurna başlamış, bütün köy harmanda halaya tutuşmuştu. Sanki bütün köy onlarla alay ediyor, ‘siz sevmeseniz de biz istersek sizin kaderlerinizi birbirine bağlarız,’ diyorlardı. Arkadaşları biraz küçümseyerek, biraz acıyarak bakıyordu. Yakışmıyorlardı ki. Damat gelinin omuzlarında. Elbet bakan gülecekti. Kesilen kurbanın kanını getirip alınlarına sürdüklerinde, ağlamaktan kısılan sesiyle anasına, ‘benden iyi kurban mı olur?’ demişti. Abisi de gelip iki tokat atmıştı.
Birbirini sevmeyen iki gencin doğdukları evde karı koca olarak gelin odasına girmeleri böyle olmuştu. Köy yerinde erkek erkekliğini, kadın da bakireliğini ispat etmek zorundaydı. Kabir azabı gibiydi. Sonrası ağıttı. İkisinin de imdadına askerlik yetişmişti. O askerdeyken oğlunu kucağına almıştı. Muhlis askerlik dönüşü köye uğramadan İstanbul’a gelmişti. Dünyada peşinden gelmezdi ama hem ev halkı zorlamıştı hem de oğlum okur belki diye düşünmüştü.
İkimiz de sustuk. Sonra dayanamadım, “Köyünü özlüyor musun?” dedim. Yüzüne buruk bir gülümseme yayıldı.
“Günaha girmemek için bayramdan bayrama ararım. Telefonda konuşmak bile zül gelir bana. Geçen yıl kardeşim İstanbul’a geldi. Bizde kalacak oldu. Yer yok dedim. Annem, hakkımı helal etmem diye haber yollamış. Benim hakkımı arayan soran yok. Ben helal etmiş miyim acaba diye dert edinen yok.”
Cemile’yi bir daha görmedim ama ara ara aklıma geliyordu. Tam on yıl sonra gazete manşetlerindeki haberde Cemile-Muhlis isimlerini görünce yüreğim hop etti. Fotoğraflardaki kadın hafızamdaki ev temizliğine giden, Çamurlu Mahalle’nin Cemile’sine hiç benzemiyordu. İncecik kaşlar, sapsarı saçlar. Tarihi eser kaçakçılığı, meclis, mafya, iş adamı Muhlis’in akıllara zarar komik aşkı, kara para…
İçimde Cemile ile konuşmak için dayanılmaz bir istek vardı.