Son görüştüğümüzde, saçının ve sakalının aralarından beyazların uzaması; kamburunun belirginleşmesi, bir şeylerin yaklaşmakta olduğunun habercisiydi sanki fakat ölümün değil. Henüz orta yaşları zorladığımızdan, ölümün bize yakın olabileceğini sanmıyorduk. “Argo” diye tabir edilen dili ondan öğrenmiştik. Çocukluğundan beri başını belaya sokmaktan geri durmayan Azer için, “bu çocuk sübyan yattı hemşerim. Sübyan yatanın dikişi tutmaz” dediğinde, bir süre sonra haklı çıktığını görüyorduk. Başka bir zaman, “insan korkudan müptezel olur” dediğinde başımızı öne eğiyorduk. Sevdiği kızı unutamayan ve bir umut boşanmasını bekleyen, fakat bunu inkâr eden Yavuz’a, “yakarsın kendini hemşerim, aşk bu! oyuna gelmez. Sadece hayal kuruyorum dersin ama şeytan doldurur” diyebilen de oydu. Bunu söylerken, sol bileğindeki baş harfi kapatmaya çalışan da kendisiydi. Seçimler yaklaştığında hiçbir partiye oy vermeyeceğini, sadece biz görelim diye tartıştıklarını ve hepsinin aynı yere hizmet ettiğini söyleyen de yine Onur ağabeydi.
Şimdi biz orta yaşlılar onun gelmesini bekliyoruz. Beklenmeyen erken bir ölümden sonra gelen, o korkunç şaşkınlık ve tedirginlik hepimizin yüzünden okunuyor. Sessizlik insanı huzursuz ettiğinden dolayı, boş boş konuşmaya başlıyoruz. “Daha iki gün önce konuştum ben, gayet iyiydi.” “Ben de evde oturuyordum, kardeşim arayıp söyledi. Hâlâ şaşkınım.” “ Her şeyin fazlası zarar abi.” “ Dün gece mi olmuş, yoksa sabah mı?” “Çocuğu da aynı ona benziyor.” Hepimiz dönüp çocuğuna doğru bakıyoruz. Sinan sigara paketini uzatıyor. “ Eee bu dünya böyle işte. İki günlük. Önemli olan buradan sonrası” diyor, iki ay önce namaza başlayan Hakan. Canımızı iyice sıkıyor. Sinan sigarayı uzatmıyor ona.
Sokağın başında yeşil araba görünüyor. Arkadaşımız içerisinde, tahta bir tabutun içinde. O ana kadar tutmaya çalıştıklarımız kimimizin yanaklarından süzülüyor, kimimizin gırtlağından. Annesinin feryadı sokakta yankılanıyor, sırtımızı dönüyoruz ona. Arkadaşımızla vedalaşmak için mezarlığa doğru gidiyoruz. Kocaman bir mezar kazmışlar. İçerisinde iki akrabası var. İçlerinden birisi kalabalığa doğru sesleniyor, “rahmetlinin oğlunu getirin” diyor. “Ben ona söz verdim. Mezara girip babasına dokunacak.” Homurdananlar oluyor ama yine de küçücük çocuğu mezarın içerisine bırakıyorlar. Biz adama kızgınlıkla bakıyoruz: bu gereksiz ve aşırı duygusallığından dolayı. Üzüntüyü şova çevirmeye çalışıyor gibi. Çocuk mezara girince çok korkuyor. Babasına dokunamıyor. Kefen içerisinde sarılı babası. Kafası ve kolları çok belirgin. Çocuğun bacağı babasının dirseğine çarpıyor. “Bana dokundu! Bana dokundu!” diyerek ağlamaya başlıyor…