Kendimi bildim bileli aileden biriydin. Soframızdaki baş yerin hiç değişmez. Sen sofraya gelmeden kimse kaşığı eline almaz. Tümümüzün üzerinde gölgen hep ağır. Zorlayıcı olduğundan değil gizli bir anlaşmanın komutanısın da o yüzden kimse sana saygısızlık etmez. Safiye Nenem, annemin, onun annesinin, babamın, onun babasının yani herkesin Safiye Nene’sisin. Kadı Çeşmesi’nden su içen Safiye Nene’sin. Çetinkaya Köprüsü’nden telli duvaklı geçen Safiye Nene’sin…
İşte, yüzün gibi pak bir yatak içinde yatıyorsun. Odanın içinde annem ve anannem tütsü yakıyor. Pencerenin camları açık, tül perde dışarıdan hıçkırığa benzer bir rüzgarla içeriye doluyor. Dudakların kıpır kıpır, gözlerin kapalı. Odaya birinin girdiğini hissedince hafifçe aralıyorsun buz mavisi, gri hareli gözlerini. Önce salonun odaya açılan kapısındaki meraklı kalabalığa bakıyorsun umarsızca. Sonra sanki el yordamıyla sıralayarak odadakilerin üzerine çeviriyorsun bakışlarını. Beni görünce yavrusunu beslemeye çalışan bir kuş gibi ağzın açıp kapatıyor, yerinden doğrulmaya çalışıyorsun.
“Geldin, geldin işte. Helbet gelecektin.”
Ne diyeceğimi bilemiyorum. Acemice birkaç hece çıkıyor gırtlağımı zorlayan yumru yüzünden, sanki konuşan ben değilim.
“Gelmez miyim Safiye Nene’m.”
“İşin gücün vardır kuzum.”
“Senin de işin gücün vardı ama benim için zaman buldun. Yeniden seni dinlemeye geldim nenem.”
Öpüyorum, buruşuk solgun yanağından.
“Yine mi masal?”
Ne kadar alçak sesle konuşursa konuşsun, kapıdan içeriye uzanan kafalardaki keskin kulaklar, duyuyor ‘masal’ sözcüğünü.
“Evet, evet masalll!”
Annem, elinin bir işaretiyle susturuyor, çığırtkan sığırcık yavrularını.
“Şimdi sırası değil çocuklar. Safiye Nene çok yorgun. Hem Savaş Dayınız da yoldan geldi, biraz hasret gidersinler hele. Siz oyununuza devam edin.”
“Oyun evet oyun… Bu akşam şenlik var. Çocuklar sele-sepet fenerlerini sokağa dökülüyorlar. Küçükten büyüğe doğru sıralanan kümeler halinde yollara düşüyorlar. Ben de içlerindeyim. Fener ışığı tüm yolları aydınlatıyor. Dışarıdaki şamata, henüz evden çıkamayan ağır kanlı çocukları minik fener alaylarına davet ediyor. Çocuk neşesi, evlerin duvarlarına sıvanıp yankılanıyor. Çocukların çaldığı kapılar açılıyor, taplarına takılı sikkelerin sallandığı güzel gelinler, altın telle örülü hilalleriyle genç anneler, karditsa zincirleriyle teyzeler, kohlid takılı kemerleriyle neneler, çocuklara kandil ve şeker veriyorlar. Bunları alıp zembil sepetlerine atan çocuklar, bu sefer başka bir kapıyı çalmanın telaşıyla gecenin karanlığında peri gibi kanatlanıp uçuyorlar.”
Dışarıda uyarıları ciddiye alan ancak kapı pervazına yanağını dayayıp bekleşen çocuklara bakıyorum. Gitmeye hiç niyetleri yok. Masalcı nenelerini, seni merak ediyorlar besbelli masaldan çok. Ben devreye giriyorum. Ne de olsa çoğuna göre yabancıyım ve en önemlisi misafirim şimdilik.
“Çocuklar, ben Safiye Nene’den çok masal dinledim. Uslu durur, ses yapmazsanız size anlatırım onları, söz.” diyorum. Sessizlik… Sen incelmiş cildini kırıştırarak yüzüne bir gülümseme yerleştirmeye çalışıyorsun.
“Gerçekten hatırlıyor musun tüm anlattıklarımı?”
“Hiç unutmadım ki.”
“Haylaz seni, beni kandırma.”
Bu canlanmanın sihrini bozmamak için annem ve anannem, yüz mimikleriyle ‘ihtiyaç duyarsan biz salondayız.’ diyor ve odadan usulca çıkıyorlar.
“Seni kandırmak ne mümkün.”
“Yorgunsundur, git, dinlen. Sonra konuşuruz uzun boylu.”
“Seni kandırmak kolay değil fakat beni de kolay kolay kandıramazsın. Senden bir masal daha dinlemeden şuradan şuraya adım atmam.”
Gözlerindeki bakışın, akşamın karanlığında yol bulmaya çalışan serseri bir kırlangıç misali geziniyor odanın duvarlarında. Başımı göğsünün üzerine bastırıp fısıldıyorsun kulağıma.
“Bir ömre kaç masal sığar kuzum? Ben masallarımın hepsini anlattım.”
“Hani kuşlu bir masalın vardı. En çok onu anlattırırdım sana.”
“Sığırcık Kuşları olmasın anlattığım masal?”
Tütün kargıları yorgan oluyor gece ayazında. Kızılırmak’ın coşkulu sesine bir kuşun ötüşü karışıyor. ‘Ben de tıpkı bu kuş gibiyim, yuvasını bu ovaya yapan.’ diye mırıldanıyorum yıldızlı göğün altında yatarken. Kaç saat ya da kaç gün orada kaldığımı hatırlayamıyorum. Sonra beni baygın bulup evine götüren kadının yüzü öyle aşikâr ki, gergefteki renkler gibi nakşolmuş ruhuma. Yumuşak, uysal ve sevgi dolu. ‘Baban, bize emanet etti seni.’ diyor usuldan. Oyalanayım diye masallar anlatıyor.
“Nereden bilirdin onca masalı?”
“Bana da birileri anlatmıştı. Kimdi?”
Dudak büküyorsun. Başucundaki zembile uzanıyorsun. İçinden sararmış bir paket alıyor, burnuna götürüp kokluyorsun. Kirpiksiz gözlerini kırpıştırıp yumuyorsun, paketin kokusunu içine çekiyorsun.
“Sigara mı içiyordun sen Safiye Nene?”
Uzattığın paketi alıyorum, üzerinde tarih var. Mor kopya kalemiyle elle yazılmış. ‘1921’
“Öylesine işlemişti ki ciğerimize tütün kokusu, içmemize gerek kalmazdı. Son kez ektiğimiz tütünlerden. Bu zembil sepet de mısır yeleğinden, ben dokudum.”
Çekirgelerin sesi, yaz sıcağında dalgalanan tülün ardından işgalci saldırılarıyla içeriye doluyor. Ne zamandır ötüyorlar?
“Mısıra dadanmıştı çekirgeler. Beşinci düşmanımız olmuştu. Savaş, yıkım, salgınlar, kıtlık yetmezmiş gibi bir de çekirgeler.”
Sesin öylesine halsiz ki zor duyuyorum. Dalıp gidiyorsun az sonra.
Senin ölüm döşeğinde olduğun haberini aldığımda çok etkileniyorum. Yakın zamanda görememiş olmanın pişmanlığı tüm bedenimi sarıyor. Gerçi güzel zamanlar yaşadın, bizlere değerli anılar bıraktın ama yine de böyle olmamalı. Onca yolu nasıl geldim, gelene dek yaşadığım çocukluğum, nasıl da bir bulmacanın parçaları gibi uç uca ekleniyor bir bilsen. Seni hep başında kar beyaz namaz örtün, elinde on sekiz numara tığın ve gözlerini, yüzünün yarısını kaplayacak kadar büyüten mercek camları olan gözlüklerinle hatırlıyorum. Çok uzun zamandan beri de bu halinle kalıyorsun anılarımda. Ha, bir de çoluk çombalak başına toplayıp anlattığın masallarını.
“Çekirgenin Nalını masalı ne güzeldi. Nenem sen de çok güzel anlatırdın. Ben senin gibi anlatamıyorum asla. Çocuklarım keşke senden dinleyebilselerdi.”
“Gurbetlik zor zanaat bilirim evlat.”
Duvarda asılı duran tablonun üzerindeki yemyeşil tarla, sanki tanıdık bir rüzgârı mekanına davet ediyor. Tütün yaprakları arasında bir sürü insan, elleri imece… Kuş gagasından tohum düşse yeşerir bu ovada. Bir gümbürtü kopuyor gündoğumundan, başlarını eğen çalışanlar, adam boyu kalkmış tütünlerin arasına siniyorlar. Kızılırmak’ın uğultusu bir buluta tutunmanın derdinde besbelli. Yağmur bile bu zalimlikten kaçmak için dağın ardını dolanıyor ivedilikle.
Ovanın ilk acısı değil bu. Kadim zamanlardan beri, verimliliği müzmin bir hastalık gibi insanların yakasına yapışmış. Dilden dile yayılan feryatlar, efsaneleşmiş bu coğrafyada. İnatçı ırmağın gür sesi, insanoğlunu çağıran humar ezgilere dönüşür her bir demde. Efsunlanmışçasına put kesilmişim, biri elimden tutup çekiyor.
“Sen buradan asla ayrılma. Gelip alacağım seni sonra.”
Kim bu yüzü yitik, elleri nasırlı adam? Babam mı ağabeyim mi? Ayıramıyorum bulanık ve tozlu havanın yüzünden. Hayır ağabeyim olamaz, o seferberlikte askere alınmış. Babam herhal. Tütün fidelerini yara yara uzaklaşıyor. Gece boyunca orada çöküp kalıyorum.
“Nerede kalmıştık?”
“Çekirgeler beşinci düşmanımız oldu, diyordun.”
“Hah, çekirgeler. Biliyor musun çekirgeler bizim hem felaketimiz hem de ekmek kapımız oldu. Tüm Anadolu’yu istila etmişlerdi o yıllarda.”
“Tütün tarlalarını mı?”
Mısır ve çeltik tarlalarında çalışanların arasında minik ellerim işliyor. Daha öğle vakti ama hava kararır da kararır. Sanırsın bulutlar az sonra patlayacak. Meğer dağı aşan çekirge sürüleriyle sıvanıyor güneş. Kurşun gibi yağıyorlar dağın doruklarından. Çetelerden bile insafsızca saldırıyorlar ekili toprakların üzerine. Fısıltılar, endişe yüklü; konuşmalar kaygılı.
“Felaket bu.”
“Kıtlığın habercisi.”
“Ne yapmak lazım? Tarlada tane bırakmaz bunlar.”
“Bırak taneyi, koca koyunu bitirdiklerini bile söyler büyüklerimiz. Hatta beşikteki bebelere bile musallat olurlarmış aç kaldıklarında.”
“Bir çaresi bulunmazsa bu düşman bizi bitirir.”
Aklım çıkıyor, çocuğum ne de olsa. Anamı, babamı, kardeşlerimi yitirmemin acısını bile bastırıyor bu düşünce. Koyunların, tavukların bedenine musallat olan hatta kıyafetlerin dikişlerine sıvanan asalak böcekleri tırnaklarımla tek tek söküyorum. Sonra elimdeki bez torbaya topladığım çekirgeleri tarttırmaya gidiyor, hükümet yetkililerin avucuma saydığı paraya bakıyorum. Çekirgeler, bir felaketi avantaja çeviriyor. Felaketten çok, kazanç kapısı oluyor bizlere. Neyse ki baharda beslediğimiz sığırcık yavruları, palazlanıyor. Yaz başlamadan bir bir topluyoruz ganimet bulmuşçasına bu zararlıları. Amele ocağındaki askerler bile çekirge toplamaya geliyor köylere. Belki içlerinde ağabeyime rastlayabilirim. Bir umut, her askerin yüzünü sezdirmeden inceliyorum. Cebimden bir avuç üzüm çıkarıp uzattığım her askere ağabeyimi tanıyıp tanımadığımı soruyorum. Başlar iki yana sallanıyor, yok dercesine.”
“Çöpünü ayıkladım, al, ye birazcık.”
Bana uzanan boş avuçlarına bakıyorum, kim bilir aklında hangi anılar canlanıyor?
“Sağol Safiye Nene’m. Birazdan sofra hazır olur. Kalkabilecek misin? Seni de götüreyim salona.” diyorum ince cansız parmaklarından öpüyorum.
Annem elinde tabakla odaya giriyor o sırada. Nokullar nar gibi kızarmış, iştah açıyor.
“Ellerine sağlık anacığım.”
“Safiye Nene’nin eline sağlık.”
“Nasıl?”
“Senin geleceğini duyunca canlandı. İlla da ben yapacağım diye tutturdu. Onunkine benzemez bilirsin hiçbirimizin yaptığı. Gizli bir tarifi olduğundan hep şüphe ederim ezelden beri.”
Adeta canlanıyor, yattığı yerde doğrulmaya çabalıyorsun. Ellerini hâlâ hamur açıyormuş gibi hareket ettiriyorsun. Gücünü toplayıp birleştiriyorsun son bir gayretle. Yüzüme doğru yakınlaşmak için başını kaldırmaya çalışıyorsun.
“Fırının marifeti, işin sırrı falan bu. O fırının doyurduğu insanın haddi hesabı yok.”
“Hâlâ duruyor mu fırın? Bak bunu bilmiyordum. Çoktan göçüp gitmiştir diye düşünmüştüm.”
“Senin gelmeni bu yüzden istedim Savvas.” diyor nenem. “Fırını senin devralmanı istiyorum.”
Adımı yanlış söyleyişin, sende bir gariplik olduğunu hissettiriyor.
“Safiye Nene?”
“Hayır senin adın Savvas, benimki de Sofia Nina.”
Diyecek söz bulamıyorum. Şimdi anlıyorum, bize anlattığın masallar bir asırlık ömrünün hikayelerinden kırptığın anılarınmış. Biriktirdiğin her şeyi, harmanladığın maharetlerini, aktardığın geçmişini, bize miras bırakan Safiye Nene’m…
Ömrün vefa etseydi belki masalına şöyle devam ederdin. Bir mübadil kız çocuğuyum. Adım Sofia Nina. Çetelere katılmayı reddeden babam, baskında katledildi, emanet edildiğim Türk ailede büyüdüm. Ağabeylerim savaştan hiç dönmedi. Yıllarca gerçek kimliğim saklandı. Büyüdükçe bana gerçekler anlatıldı. Bu topraklara olan minnetimi burada yaşayarak gösterdim. Yılların sabrı, kara kovandan süzülen kehribar renkli bal gibi ne kadar da berrak.
Tüm bunları öğrendiğimde sana olan hayranlığım katlanarak büyüyor. Güzel uyu Safiye Nenem.
(7. Güzel Ordu Öykü Yarışması Finalisti 2024)