“Hoş geldiniz! İstediğiniz yere oturabilirsiniz.”
Bu saatten sonra kimin geldiğini görmek için merakla ayağa kalktım. Nereye oturacaklarına karar vermeye çalışan gençten tombulca bir kadın ve yaşlı bir adam dikiliyordu girişte. İyice zayıflamıştı gözlerim yaklaştım onlara, daha iyi görebilmek için. O baba kızdı gelenler. Dördüncü gelişleriydi. Ama son gelişlerinde Hasan Ali düğünde olduğundan ters yüz olup dönmüşlerdi. Yeğen Musti yemek yapmayı bilmezdi. İlk gelişlerinde sağ köşedeki masanın bir arkasına oturmuşlardı. İkincisinde kızının istememesine rağmen sol köşedeki masada rüzgar almıyor diye diretmişti adam. Bu seferse o masada üç adam yemek yediğinden kızın ikinci gelişinde gözünün kaldığı sağ köşe masaya geçtiler.
Bu sefer benim istediğim masaya oturacaktık. En köşe sandalyeyle yanındakine geçme arasında tereddüt ediyordum. Babam en köşeye oturmamda ısrarcıydı. Böylece hemen solumda duvarın üstünde içinde mor çiçeklerin olduğu kahverengi plastik dikdörtgen saksının yanındaki sandalyeye oturdum. Birkaç gün sonra bu satırları yazarken mor çiçekler bana Yeni Türkünün “Deliler” şarkısını anımsatacaktı. “Bir gece ansızın gel yine elinde mor çiçeklerle, sevgiyle tazelikle binbir güzel hikayeyle…” Belki de farkında olmadan bu köşe masayı seçmemin nedeniydi şarkı. Duvarın üstünde kimi dikdörtgen kimi koni şeklinde ekseri plastik-biraz ilerisindeki eski zaman saksısıydı. Beyaz boyanmış tenekeden saksıydı-saksılar sıralanmıştı. Mor çiçekli saksının yanında üstü tomurcuk sardunya saksısı vardı. Yemekleri pişiren adam siparişlerimizi aldı. Hiç menüye bakma gereği duymadım. Ne yiyeceğim belliydi: Urfa Kebabı. Her zamanki gibi. Babam çabucak bakıp menüye verdi siparişini. Geçen gelişimizdeki gibi patates kızartması ile kendime cola da istedim. Burası bana Alanya’daki Güneş Motel’i hatırlatıyordu. Kendimi tatilde gibi hissediyordum. Sanki dışarısı trafiğin aktığı bir cadde değil kumsaldı. Restorana “Kumsal” adını verenin de benim gibi hissedip bundan dolayı mı bu adı koyduğunu merak ettim. Kapısı olmayan girişi, beyaz duvarları, elli sene öncesinin yer karolarını çağrıştıran siyah üzerine grili beyazlı şekiller olan seramik karolar döşenmiş zeminiyle Güneş Motelin kahvaltı salonuna benziyordu.
Hasan Alinin baba kızın siparişlerini alıp mutfağa geçişinden kısa süre sonra baba rüzgardan rahatsız olunca girişteki masaya geçtiler. Yaşlı adam bu sıcak haziran gecesinde ciddi ciddi üşüyor olmalıydı ki flamingoların tüylerinin renginde, üzerinde palmiyeler olan polo yaka tişörtünün boğaz kısmındaki düğmeyi ilikledi. Onların karşısına uzanmıştım. Adamın tişörtünün üzerindeki kabartma beyaz timsah amblemini fark ettim. Sol göğsünün üzerindeki ağzı açık timsah kabartması o ünlü markanın amblemiydi ama görünürde. Burada o kadar çok taklit ürün görüyordum ki kolaylıkla orjinalinden ayırabiliyordum. Yaşlı adamın tişörtü çakmaydı. Ve bir şey daha dikkatimi çekti. Aslında iki şey. Adamın artık iki kulağında da işitme cihazı vardı. Kulağının arkasına çiçek sıkıştırmış gibi de durmuyordu şimdi. Güzelce kulaklarının içine yerleştirilmişti.
Epeyce karşımızda yattıktan sonra baktı ona buradan ekmek çıkmayacak karşı köşedeki masaya gitti. Çok da beklemesine gerek kalmadı. Yüzü bana dönük adamın uzattığını bir lokmada yalayıp yuttu. Birkaç dakika sonra sırtı bana dönük adamlardan solda olanı ona kare şeklinde sarı bir yiyecek verdi. Onu da önceki gibi çabucak yuttu. Herhalde bir parça etti ama renginden dolayı ete de benzetemedim. Belki bir parça tavuk şnitzeldi. Ve yemeklerimiz geldi. Bu sefer pilav üstü kebaptı. İki parça şişe sarılı nar gibi kızarmış etler. Yine harika görünüyordu. Henüz şişten çıkarmış kestiğim küçük bir parçasını ağzıma atmıştım ki koca köpek bitiverdi karşımda. “Hayır ben yiyeceğim sana yok” lafımla döndü biraz ileriye bırakıverdi koca gövdesini. Daha öncekilerdeki gibi nasıl olup da o koca cüssesini bir seferde koyuverdi yere şaştım. Akıllı köpekti neme lazım hayırdan anlıyordu. Oh kızarmış patatesler de geldi. Hem ne kadar çok. Hıım hem de çok lezzetli. Kebap güzel, hele domatesler şeker dökülmüş gibi. Etin yağı altındaki pilava karışmış bu da ona ayrı bir lezzet katmış. Kendimi yabancı turistlere benzetiyorum: “Şiş kebap çok güzel, baklava çok güzel” Çok şükür her şey çok güzel gidiyor. Babamın tişörtündeki timsah bile mutlu, ağzını açmış gülüyor. Onu kişileştiricem. Kahramanı olduğu bir hikaye yazıcam.