Bagajdan çıkardıkları iki çadırlık kamp malzemesi, ortada öyle duruyordu. “Corsanın o küçücük bagajına nasıl sığmıştı bu kadar malzeme,” diye aklından geçirdi Mehmet. Ormanın ortasında bir futbol sahası büyüklüğündeki boşluk, kamp alanlarıydı. Kendilerinden başka bir özel araç daha vardı alanda, bir de grubun minibüsü. Herkes çadır kurma telaşındaydı.
-Arkadaşlar, çadır işlerinizi saat dokuz kırk beşe kadar halledin, onda yürüyüş başlar.
Rehberin buyurgan sesi, ekibi daha da telaşlandırdı. Her kafadan bir ses, herkeste bir telaş…
-Önce bizimki, bizimki!..
-Tamam tamam.
Mehmet arabanın beş metre doğusuna göz koydu, çamların dibindeki düz alana.
-Burası iyi kızlar. Haydi başlıyoruz!
Mehtap, çadır çantasını sürükledi, getirdi.
-Tamam, işte böyle. Yardım edin hemen halledelim.
Saatine baktı, ‘bir yarım saat daha var, hallederiz.’ Çadır kurmak onun için çocuk oyuncağıydı. Bilmem kaç yüz kere kurmuş, kaldırmıştı. Nişanlısı yardım ediyor, diğer iki kız arkadaş da eşlik ediyordu. Dört arkadaş yürüyüş grubuna kendi araçlarıyla katılmıştı. Daha doğrusu, bu kamp Mehtap’ın doğum gününe özel planlanmıştı arkadaşları tarafından. On sekizine basıyordu bu gece.
Mehmet çadırı açtı, direkleri sabitledi,
-İkinci kat örtüyü siz kendiniz yayın üzerine. Ben, bizimkine başlıyorum.
Mehtap ve Sena örtüyü taktı alttan, uçlardan yere sabitledi.
-Bu çiviler ne olacak Mehmet?
-Onunla çadırı yere sabitleyeceksiniz. Deneyin, yapamazsanız ben hallerim.
Kızlar becerikliydi. Çadırı hazırladılar, eşyalarını içeri taşıdılar, sırt çantalarını yürüyüş için dışarıda bıraktılar. Bu arada Mehmet de kendi çadırını kurmuştu. Vaktinden önce hazırdı küçük ekip.
-Haydi arkadaşlar. İşleri tamam olanları buraya, yanıma bekliyorum.
Rehber, şöyle bir grubu kontrol etti, birkaç eksik dışında herkes gelmişti. Biraz daha bekledi. Zamana karşı hassas olduğu her halinden belli oluyordu. Gırtlağını bir iki temizledi ve konuşmaya başladı:
-Arkadaşlar, doğa yürüyüşleri ciddi bir iştir! Grubumuzda şu anda otuz iki kişi var. Bu ciddi bir rakam… Birazdan ormana dalacağız. Mutlaka bir birinizi takip edin, öncüyü geçmeyin, artçıdan geri kalmayın…Ee.. Şimdi planımızı söylüyorum: Birazdan ısınma hareketleriyle yürüyüşe başlayacağız.
Saatini kontrol etti.
-Yaklaşık on beş kilometrelik bir parkur var önümüzde. Kuzeyden ormana girip yatay bir süre ilerleyeceğiz. Sonrasında hafif bir yükselme var. Eee… Bu yokuş bizi yorabilir. Biz tempoyu ayarlarız. Ama zorlananlar bana söylesin. Yedi kilometre ilerde bir çeşme var, orada ana molamızı vereceğiz. Sonrasında batıya doğru yönelip laylaylom bir yürüyüşle parkuru tamamlıyoruz. Buraya, kamp alanımıza dönüyoruz. Akşam kamp ateşi yakılacak. Eee… Sabah kalktığımızda kahvaltı yapıp kısa bir yürüyüşle programı bitiriyoruz. Üç-dört saat sürer gene de. Eee… Çadırları söküp saat üç gibi dönüşe geçmiş oluruz. Arkadaşlar her zaman söylüyorum, gene hatırlatmakta fayda var: Doğada ayak izimizden başka iz bırakmıyoruz. Sigara içen arkadaşlar, sözüm size özellikle. İzmaritlerinize sahip çıkın. Yanınızda tekrar şehre götürürüsünüz.
Bu uzun diskur Sipil Dağı’nın doruklarında yankılandı. Konuşmanın başlarındaki mırıltı, uğultu kesilmişti. Durumun ciddiyetini katılımcılar sessizlikleriyle onaylıyordu.
Ekip tek sıra halinde çayırı terk etti, ormana daldı. Öncü ve artçı her haliyle belli oluyordu, rehber de ileri geri tüm kafileyi kontrol etti. Serin çam ormanındaki patika boyu ilerlediler bir süre. Etraf yaz başının tüm güzelliğiyle kuşatıyordu yürüyüşçüleri. Yemyeşil çayır arkalarında kalmıştı. Simdi kurumuş otlar arasından fışkıran çimenler vardı altlarında. Ayaklar altında ezilen kekik kokularına çimenlerinki yataklık ediyor, sabahtan kalan çiğle marine oluyordu. Hafif bir rüzgâr sadece çamların yüksek dallarını şöyle bir silkeliyor, bir salıncak etkisi yaratıyordu.
Bizim dört kafadar, çok plân yapsalar da yan yana yürümek şöyle dursun, peş peşe gitmeyi bile beceremediler. Doğum günü kızı Mehtap daha bir coşkuluydu, mutluluktan ayakları yere basmıyordu. E, hani basit bir iş değil, insan hayatında kaç kere on sekizinci yaş gününü kutlar, değil mi?
-Ne iyi ettik de geldik.
-Benim doğum günüme denk gelmesi de ayrı güzel.
İki kızın kendi aralarındaki konuşmalarını rehberin otoriter sesi böldü:
-Arkadaşlar, ikinci kısa molamızı burada veriyoruz. Çok yayılmayalım, beş dakikaya hareket.
-Ama daha gurubun gerisi buraya varmadı…
-Biraz daha uzatalım!..
-Tamam o vakit, on dakika. Şimdi aşağıdaki kulübeye gidip geliyorum. Bekleyin!
Gitti. Grup kendine geldi. Herkes bir kenara çekildi. Kendi aralarında sohbete daldılar. Bizim dört kafadar da ancak bir araya gelebildi.
-N’aber, doğum günü kızı?
Takılan Mehmet’ti. Cevabı beklemedi bile, diye düşündü Mehtap. Nedense böyle oluyor. İnsanlar konuşuyor, karşı tarafı dinlenmiyor. İlişkiler, -sosyal medya sayesinde- böyle bir evreye atladı. Kendini ifade et, konuş, yargıla, çıkarımda bulun… Karşı taraf önemli değil, önemli olan sensin. Anı yaşa, tadını çıkar. Bireyselcilik. Bence ‘bencillik.’ Bak işte beni doğruluyor. Fıkra anlatmaya geçti bile. Oysa ben, benim özel günüm? Ben biriciğim. Herkes biriciktir zaten. Bunun kendilerine hissettirilmelerini bekler sadece.
-Hey, daldın. Toparlan kızım. Neler geçiyor aklından?
Can arkadaş Hazal’dı bu. En belirgin özelliği kitap kurdu olmasıydı. Şimdi ortaya bir aforizma atardı ya olmadı, kuru üzüm uzattı sadece.
-Al, enerji verir.
Hep birlikte:
-Enerciiiii, dediler kahkahalara boğularak.
-Sığ bir toplumuz, cahiliz. Kendimizi geliştiremediğimiz için böyle basit fenomenleri takip ediyoruz.
Hazal’ın durum değerlendirmesine Mehmet karşılık verdi:
-Ama dalga da mı geçmeyelim?
-Ehh, ne bileyim.
Konuşmalarının arasına rehber girdi:
-Arkadaşlar!.. Aşağıdan, kulübeden geliyorum. Belki bize bir ayran ikram eder, dedim ama adam gününde değilmiş. Rahatsızmış sabahtan beri. Buralarda yaşayan bir meczup. Eskiden bir Manisa Tarzanı vardı. Bu da o misal. Yaklaşık yirmi yıldır buralarda. Yalnız yaşıyor. O kadar adapte olmuş ki buralara, koyun, keçi, tavuk besliyor. Ben her geldiğimde uğrarım. Sohbet ederiz. Ama bugün sıkıntı… Neyse yola koyulma vakti. Son bir dakika!
Kafile toplandı. Yine tek sıra oluşturuldu ve patika tutuldu. Güzergâh yükselerek devam etti, bir süre sonra düze bağlandı. Yürüyüşçülerin arasında amatörler vardı. Düz yolda keyifleri yerine geldi. Fotoğrafçılar, ah onlar… Ellerinde bazukalar, manzarayı tararken makrolara takılıp keskin nişancıya dönüşmüyorlar mı. Ah, ah… Artçının da arkasına düşüyorlardı haliyle ara ara.
Ana mola verildi. Rehber, küçük bir kamp ateşi yaktı. Birkaç kişi yanlarında getirdikleri sucukları cızlatıverdi. O ne kokuydu öyle… Dağın başında sucuk… Bizim dört kafadar sandviçlerini hızlıca gömüp uzanmışlardı küçük bir çember halinde. Mehmet nişanlısının dizine, Mehtap da Hazal’ın bacağına kafayı koymuş, gözlerini kapatmıştı. Bir saatlik molanın yarısı şekerlemeyle değerlendirildi.
Mola sonrası yürüyüş daha bir hızlandı. Ekipte bir canlılık göze çarpıyordu. Küçük mola istekleri yoktu. Sanki ekip halinde bir an önce kamp alanına gitmekti tek amaçları. Saat beş olmadan yürüyüş tamamlandı. Herkes çadırının başına geçti. Akşam yemeği telaşı başladı. Rehber:
-Erkek arkadaşlar benle beraber odun toplamaya gelsinler. Çalı çırpı, kütük ne bulursak ortaya yığıyoruz. Sabaha kadar sönmeyecek koca bir kamp ateşi yakıyoruz. Akşam yemek için de işe yarar hem.
Öyle de oldu. Bir yarım saat sonra iri iri ağaç dalları, kurumuş kökler, çırpılardan oluşan dev bir stok ortaya yığıldı, ateş yakıldı. Yandaki közlerde akşam yemekleri pişirildi. Hava iyiden iyiye karardı. Sadece ateş etrafındakiler seçilebiliyordu. Mehtap, elinde uzun bir sopa, ateşle oynuyordu, dalgın. Arkadaşı sağındaydı. Nişanlılar ortalarda yoktu. Eh, pek de endişelenecek durum değildi hani. Akşamın bir vakti iki kişilik koro ateşin çıtırtısını bastırdı:
-İyi ki doğdun Mehtap, iyi ki doğdun…
Küçük koro otuz kişilik bir senfoni olmuştu şimdi, ormanın ortasında. Alkışlar, tebrikler, iki can arkadaş kucaklaştılar önce. O da ne? Bir sürpriz: Dağın başında ‘doğum günü pastası.’ Gerçek bir sürpriz olduğu Mehtap’ın utangaç bakışlarından anlaşılıyordu. Bir sevinç, bir curcuna, bir hay huy… Ateş dansı yapılıyordu, zıp zıplayarak ‘iyi ki doğdun’lara tempo tutularak. Mehtap’ın gözünden iki damla yaş aktı. Sevinçten mi, hüzünden mi bilinemedi. Bir mahzunluk oturmuştu yüzüne.
Gece biraz daha ilerledi. Yatma vakti geldi yavaştan.
-Biraz dolaşalım mı?
Teklif Mehtap’tandı. Genç nişanlılar oralı olmadı. Can arkadaş:
-Ebette, doğum günü kızı. Gezelim.
Tepe lambasını gösterdi:
-Hadi sen de al, çıkalım o vakit.
Çıktılar, kararlı adımlarla ormana daldılar.
-Doğum günü kızı, ben nereye gittiğimizi biliyorum.
-Hınzır. Sen beni tanıyorsun.
Aşına oldukları patikada bir müddet yol aldılar ve kulübenin ışığı karşılarındaydı şimdi. Patika gittikçe daralıyordu. İyice yaklaştılar, kapı açıktı ve onlar kapının hemen bir metre önünde dikilir buldular kendilerini. Birbirlerine sessizce bakarken,
-Hadi, içeri girmeyecek misiniz?
İrkildi iki arkadaş. Minik birer adım attılar kapıya. Mehtap bir adım daha. İçerisi göründü. Loş bir oda. Karşıda bir şömine, hemen onun çaprazında sırtı dönük bir adam. Kapıya bakmıyor bile.
-Hadi hadi, ben de sizi bekliyorum.
-…
-Çekinmeyin. Girin!
Girdiler. Ahşap, büyükçe bir odaydı burası. Şöminenin üzerinde, sağında ve solunda kurutulmuş hayvan başları, buraya bir ‘av köşkü’ havası veriyordu. (‘Köşk’ kelimesi büyük geldi, ‘av kulübesi’ diyelim.) Şöminenin ateşi tavandan sarkan iki gaz lambasına ayrı bir gizem katıyordu. Hemen sağdaki küçük pencerede perde yoktu ve dışarının karanlığı duvarlarla bir bütün oluşturmuştu. Yerdeki küçük kilime baktı Mehtap. Eski ama temizdi. Ayakkabıyla basmaya çekindi, öyle duraladı.
-Basın gitsin, çekinmeyin dedim ya.
Adam onlara bakmıyordu ama her hareketlerini görüyordu. Sola baktı bizimki, bir masa üzerinde meyveler… Ooo, can erik! Mutfak gibi bir yerdi bu köşe.
-Erikleri hemen mi yemek istersin, sonra mı?
Hitap edilenin kendisi olduğunu anladı Mehtap, ama sustu.
-Geçin şuraya oturun, anlatalım biraz. Çok bekledim.
Bu gizem kızları ürpertti. Tedirgin, şöminenin sağındaki iki sandalyeye iliştiler. Adamın yüzüne bakmaya cesaretleri yoktu her ikisinin de. Altı göz de şöminenin alevlerinde bir süre oyalandı. Adam sessizliği bozmak istedi, hafifçe sağına döndü, Mehtap’ın gözleriyle karşılaştı. Sessizlik daha beter uzadı, uzadı… Mehtap bir milyon yıl sonra başını sola çevirdi. Kendini delen bakışlara meydan okumak istedi. Meydan okudu da ne oldu? Sonuç bir milyon yıllık daha derin bir sessizlikti. Arkadaşı mı? O, korkudan başını kımıldatmıyor, alevin büyüsüne hipnotize olmuş, öylece duruyordu.
-Ben, dedi adam.
-On sekiz yıldır buradayım. Dile kolay tam on-se-kiz-yıl!..
Bir müddet daha asılı kaldı sessizlik kulübede. Devam etti adam.
-On sekiz yıl önce… Nişanlımla bu ormana gelmiştik. Güzel bir gündü. “O çocuk, ben çocuk, memleketimiz bu ormandı.” Tam burada, kulübeyi inşa ettiğim bu boşlukta kamp attık, çadırımızı kurduk, ateşimizi yaktık. Ah…. Güldük, eğlendik, sarıldık birbirimize…
Gözünden bir damla yaş aktı adamın. Mehtap yutkundu belirsiz. Gözlerini alamıyordu ondan. O göz damlasına girmişti sanki. Şömineden bir büyük çıtırtı kendine getirdi adamı, devam etti:
-Tam burada… Gece yarısı… Gökten bir ateş indi. Dev bir su damlasına benziyordu. Bebeğim benim, büyülendi. Hiç tereddütsüz adımladı ateşe. Başını bana döndürsün istedim, son bir kez görmek istedim…
Gözyaşları artık şıp şıp damlıyordu. Adam konuşmasını sürdürdü.
-İlk defa anlatıyorum bunları. Sadece şimdi. Size… Herkes beni burada deli divane biliyor. Biliyorum. Biliyorlar, Bunca yıldır nişanlımı bekledim. Geri gelecekti. Emindim.
Gözleri Mehtap’ta, konuşmasını bitirdi. Bir sessizlik daha çöktü kulübeye, ama bu sondu. Mehtap doğruldu,
-Biz gidelim artık, daha fazla üzmeyelim sizi.
Adam başını eğdi, elini kaldıracak oldu, yapamadı. Kızlar kalktı, kulübeden çıktı. Birbirlerine sarılarak telâşla kampın yolunu tuttular. Kafa lambaları onların yerine konuştu sadece. Başlarının hareketleri lamba ışığına eşlik etti. Yol boyunca ne de çok konuştular susarak.
Kamp ateşini önce Mehtap fark etti, daha bir hızlandılar. Ateşte şöyle bir ellerini ısıttılar, çadıra geçtiler. Arkadaşı pijamalarını giymeye koyuldu, Mehtap da sırt çantasını hazırlamaya. Arkadaşı yatağa girdi, Mehtap ayaktaydı. Arkadaşı, kaş göz ederek, ne yapmaya çalıştığını sordu. Mehtap tepe lambasının ışığını açtı, çantasını omzuna aldı, çadır kapısından çıkarken, sessiz soruya, soruyla karşılık verdi:
-Ben eriği çok seviyorum. Sen reenkarnasyona inanıyor musun?
09.12.2024
Namık Budak
namikbudak@gmail.com