Sırra kadem bastım, gönül haneme vuslatla
Zamanın ipliğinde düğüm oldum, çözülmemek için.
Sesi geldi uzaklardan, bir suskunluk yankısıydı
“Gel!” dedi bir nefes, ezelde yazılmış söz gibi.
Küllerinden doğar mı sandın yarım kalanlar?
Toz olur, toprağa düşer her nefsin arzusu.
Gökyüzüne baktım, yıldızlar perde olmuş sanki,
Göstermekti gayreti derinlerdeki özümün içini.
Menzil arayan turna kuşlarına sordum;
“Yol hangi yoldur?” dedim, kanat çırptılar sessizce.
Her adım bir nasihat, her durak bir hikmet oldu,
Söz ile değil, gönülle bildim yolların sırrını.
Toprakla dertleştim usulca bir vakitte:
“Muradına eren mi olur, yitip giden mi bu dünya?”
Cevap verdi bir damla yağmur gibi;
“Ol, sadece ol. Ötesi rüzgardır.”
Bir bakışla tutuştum, ateş değil, nur ile.
Zamanın dilsiz nefesi sustu ansızın.
Dudaklarımdan dökülen aşk değil miydi?
Ezeli ve ebedi o büyük sır gibi.
Şah diye anılan neydi, kendi özümden gayrı?
Kefensiz bir varlıktım, beyaz örtü serildi önüme.
Secde eden zamana, rükuya duran gölgeydim,
Ne ben vardım artık ne de suret.
Bir güvercin havalandı, kanatlarında kara gece,
Dönüp durdu boşlukta, sema eyledi varlıkla.
Kıyam kıyam, her nefes sevdalara çığlık oldu,
Bir yarin zülfüne dolandı, hırkasız sabırlar.
La ilahe illallah dedi vakit,
Yok oldu benliğim, doldu da taştı aşkın tası.
Zakir ile bülbül dile geldi bu kez,
“Ahir ile evvel birdir!” diye yankılandı.
Ruhum, her zerresiyle aşkın divanında
Sessizce bir meltem olup çekildi semaya.
Görmek isteyen gördü, susmak isteyen sustu;
Varlık ve yokluk arasında bir sır olmuştum artık