Benliğini kaybetmiş birinin umuduydu yeni ‘ben’ler inşa etmek. Peki, binlerce benlik arasında yolunu da kaybederse?
Güneş tırmanıyordu ufka. Ufuk, utançtan olacak, kıpkırmızı ışıyordu. Bir adam, yaklaşık on dakika önce uyanmış ve yeni bir güne başlamanın zorluğunu düşünüyordu. Yatağından kalktı ve yere saçılmış yığınla eşya arasında bocalayarak mutfağa ulaştı. Kahve makinesini çalıştırıp lavaboya girdi ve elini yüzünü düzeltti. Tekrar mutfağa girdiğinde kahvesi hazırdı.
Odasına döndüğünde ufuk ve güneş el ele tutuşmuşlardı artık. Ufkun heyecanı geçmiş, güneş ise sevinçle parıldamayı sürdürüyordu. Adam tiksinircesine seyrettikten sonra ahşap kokan masasına oturup bir şeyler yazabilmek için yığınla kitap arasında kendisine bir yer açtı.
Yaklaşık on iki senedir günlük yazmak gibi bir âdeti vardı. Düşüncelerinin kaybolup gitmesine gönlü razı gelmiyordu. Yaşayamadığı için düşünenlerdendi o. Düşünen ve düşündükleriyle yaşayanlardan… Şu sıralar yazmakta olduğu siyah ciltli defterin ilk sayfasını açıp okumaya başladı:
“Bir yenisine daha… Ben’den kopan, beni yaşayan, beni yaşatan, benden ayrı nefes alan ve en büyük temsilcilerim… Her kelimeyle, her cümleyle benliğimi törpülediğim, kusurlarımla yeni benler inşa ettiğim günlükler…
Her günlüğümde ayrı bir parçam nefes alıp veriyor, ayrı ayrı bütün hüsranlarım kımıldıyor onların harflerinde. Ben; her şeyden uzak ve her benliğimin üstünde, yine de –her nasılsa– her benliğimin en içinde süzülüyorum.
Binlerce ben… Ben, ben, ben… Birbirine bağlanan ve birbirinden ayrışan milyonlarca benlik ve her birinin parçalayıcı güç istenci! Her benliğin arasında muazzam bir geçiş; nasıl her evren, kara delikler sayesinde birbirinden tamamen ayrılıyorsa; bünyesinde nice yıldızlar ve göktaşları barındıran, birbirinden tamamen bağımsız on binlerce mikrokozmos: benliğim…”
Başını kaldırıp düşündü adam. Yazdıklarına tiksinerek baktı. Sanki beyninden fışkıran düşünce tükürükleriydi yazdıkları. Sanki beyninin içindeki çamur kâğıtlara sıçramıştı. Sinirle birkaç sayfa çevirip okumaya devam etti:
“Zamanın sessiz adımları yankılarını yollayamıyor kulağıma. Tüm çağların ve tarihin ve milyar yılların ve sonsuz bir evrenin durağanlığı içinde yakalayamıyorum zamanın dökülen kanatlarını… Bir ses ve akabinde ölümcül piyes – neredeyim ben? Ölümsüz bir sonsuzluk mu yoksa varoluşumuz? – kesinlikle yok oluşumuz değil! – Ah, yoksa aydınlığın deliklerindeki karanlıklardan birinde miyim?”
Defteri sertçe kapattı ve küçücük odasındaki toz kaplı kitaplarına göz gezdirdi. Aklına hemen bir söz geldi yazmak için, sonra zihninin karanlığında kaybolup gitti. Kocaman bir kara delikti zihin, benzerleri arasından sivrilip baş gösteren her düşünceyi çiğneyen, yutan ve en iğrenç şekillerle püskürten bir kara delik… Yazdıklarının can sıkıcılığı bir utanç germişti zihnine. O yüzden defalarca okumuş olduğu kitaplarına sığındı. O esnada güneş ufuktan hayli uzaklaşmış olduğundan öfkeyle ışıyor gibiydi. Sanki arzulayarak izlediği ama dokunmasının yasaklandığı bir yârin dikkatini çekebilmek için bütün parmaklarıyla kuşatmıştı yeryüzünü. Sanki parmakları ufka değsin diye bu denli yaymıştı parıltısını.
Birkaç saat kitap okuduktan sonra canı sıkılınca tekrar yazdıklarına döndü. Bu kez, dedi, bu kez oturup okuyacağım yazdıklarımı. Bu kararlılıkla defteri tekrar açıp rastgele bir yeri okumaya başladı:
“Gurur mudur, kusur mu; bugünün insanı olmamak? Bütün bir çağ akıyor, hiç değmeden bana, akıyor üstümden duygularla birlikte. Yaşamamak ve hissetmemek! Yürüyorlar el ele… Bir ada gibi yükseliyorum yaşamın üstünde, dibimi ve en dibimi dövüyor hayat, dalgalar gibi. Bende ise müthiş bir kayıtsızlık rüzgârı… Yürüyorum hayata karşı, fakat, bu rüzgârın okşamalarıyla –yalnızca– yalpalar gibi!”
Hızla birkaç sayfa daha çevirdi ve devam etti:
“Kelimelerin ne denli belirgindir ufku? Ardındaki belli belirsiz diyarın kim varır ki farkına? Gördüğünün ötesinde, seni bekleyen ve beklentilerinden yeni senler inşa eden belirsizlik evreni… Yeni senlerine hazır mısın? Yeni senlerin belirsizliğine…
Beni benden bekleyendir en zayıf yanım. En zayıf yanımdır gebe olan en beklenmeyenlere… Beklenenin üstünde ve beklenmeyenin en derininde nefes alır: beklemekten nefesi kesilen benliğim.”
Adamın içini bir sıkıntı kapladı. Ezici, sessiz saatler gibi boğucu bir sıkıntı… Metâl kulplu çekmecesinden bir sigara çıkarıp yaktı, düşünmeye başladı. Düşüncelere daldı sonra, yazmak isterken sağa sola kaçışan düşünceler, şimdi şımarık çocuklar gibi tünüyordu zihnine. Her birini duyumsuyor fakat hiçbirini yakalayamıyordu. Kelimeler, kelimeler… Kaprisli, gururlu ve bir o kadar da intikamcı kelimeler… Kelimeler sussa ve belki yalnızlık başlasa; ya da tam tersi, yalnızlık bir bıraksa da kelimeler özgürce konuşabilse…
Zihninde çağlayan bu pınardan faydalanmak için hemen defteri açıp yazmaya başladı sonunda:
“Bu kelimelerin girdaplarına nehirler gibi akıyorum: bütün çağlayanlarım, bütün zayıflıklarımla bulanığım yüzeyimde. Kim görüp tanıyacak beni kelimelerin derininden? Kim görebilir ki mesela, suyumu bulandıran taşı; ya da kim anlayabilir, bulanmak için taşa ihtiyaç duymadığımı?..
Kirliydi, sırf bu yüzden parçaladım: yaşamı gölgeleyen kelimelerin tozlu paçavralarını. Yaşamın en gizemli çehresi örtünün altında parlıyormuş. Gülümsüyordu… Gözlerindeki kahkahanın pınarında yüzmemişken, yaşadığımı süremezdim ileri. Sürsem, boğulduğuma değmezdi…”
Yazdıkları keyfini biraz olsun yerine getirmişti. Masadan kalkıp pencerenin dibindeki ahşap sandalyeye yerleşti. Bir sigara yakıp dışarıyı seyretmeye başladı. Güneş batmak üzereydi artık. Kavuşmak üzere olduğu ufku bir kızıllık kaplamıştı yine. Akşamın iç sarıcı sükûneti yavaş yavaş, sinsice yayılıyordu yeryüzüne. Gökte birkaç bulut, ufukta birkaç tane sıradağ; sıradağları sarmalayan gölgelerin izdüşümü… Tüm bunlar adamın içinde garip, yaşamı sevdirmeye yönelik hisler doğuruyordu. Ama adamın zihninde bir gariplik, bir eksiklik vardı sanki. İçinde ne zaman bir aydınlık doğmaya başlasa hücrelerine kadar yerleşmiş olan karanlık, kıskanıyor mudur nedir, hemen boğuyordu o aydınlığı.
Adam tekrardan oturdu masaya. Sonra da bilinçsizce kalemi aldı eline:
“Müziğin ezgisiyle dans ediyor ruhum. Her melodinin kendisi için yankılandığı, korkusuz kanatlar veren armonilerin tütsülendiği uzak bir gelecekte…
Uzak geleceğini yakın geçmişiyle görenim ben; gören ve adımlarını onun ezgisiyle dans ettiren. Yere dokunup dokunmadığı belli olmayan tabanlar… Gönlün kapkaranlık göğünde bir görünüp bir kaybolan yıldızlar gibi…
Beni benden tanıma, sözlerim yumuşatır kendimi… Kelimelerin doğasında insanoğlunun tiksinç içgüdüleri ışımaz çünkü. Kelimelerle yaşıyorum o yüzden, kelimelerle yürüyor ve kelimelerle sarılıyorum. Ben çamurdan tiksinirim çünkü; beni yaşamdan soğutur yapış yapış insanlık! İnsanlarla konuştuğumda elimi yıkamam gerekir, elimi kelimelerin girdaplarına daldırırım bu yüzden…
İçimin ücralarında yatıya kalan kimsesiz bir yalnızlıktır yazmak! Kimsesizliği sevmek de zaten sessiz isyanımdır. Yalnızlıktan duyulan haz… İnsanlıktan duyulan tiksinti… Neden tiksinmeyeyim ki? Söyleyin, kendimi gördüğüm aynadan başka nesiniz ki bana? Sakın karıştırmayın; kendinizi çiziktirebileceğiniz ayna da sanmayın beni… Benim yolumdur: yoldan uzak ve yolsuzca yaşamak. Takip etmemek –ve ötesi– takip edilmemek… İstemimde ne kölelik vardır ne de efendilik. Benim zirvem ıssızlığın göğündedir.
Ve inanın, bir köleye sahip olmak, bir efendiye ait olmaktan daha yorucudur çoğu zaman…
Yaşamak, korkusuzca yürümek demektir. Birbirini takip eden binlerce adımından bir tanesinde bile tereddüt etsen peşindeki adımlar da dolanır birbirine… En çok da ayakların bağlıysa bir zincire. Ötesi; bir ayağın, öbürünün zinciriyse… Budur en büyük kölelik!”
Derme çatma harflerin karanlıkta erimeye başladığını fark etti. Karanlık odasına öyle sinsi girmişti ki akşam olduğunu idrak edemedi. Başını göğe kaldırdı pencereden. Üzerini parıltılarla örten karanlığı seyretti. Yıldızlar nasıl da ahênkli, karanlık nasıl da kucaklayıcıydı! İnsana ölümü arzulatan ve mütemadî bir karanlığa hapsolma isteğiyle yakan, delirten, özgürleştiren bir karanlık… İçini dolduran hislerle hemen yazmaya başladı:
“Bir boş vermişlik çökmüş tüm ruhumun üstüne; simsiyah, kapkaranlık bir bilmece: Boş vermişlikler mi kurtarır anlamlardan bizi? Yoksa anlamlar mı parçalar boş vermişliği?..
Konuşmak, anlatmak… Hangisinin var ki gücü, bizi yalnızlıktan kurtarmaya: dinleyen bu kelimelerin aynı nehrinde yıkanmadıktan sonra…”
Kalemi bıraktı elinden. İçinden yükselen ezici sıkıntı hayli yoğunlaşmaya başlamıştı. Parmakları kalemi tutamayacak kadar güçsüzleşmiş; zihni, kelimeleri yakalayamayacak kadar yorulmuştu sanki. Kendini zorladı; bir cümle, birkaç kelime daha çiziktirebilmek için büyük bir güç harcadı. Ama içindeki his düşünmesini engelliyordu, içindeki his yaşamasını engelliyordu. Sadece oturmak ve sessizliği seyretmek istiyordu sanki.
Bir saat kadar öylece oturduktan sonra, en azından eski yazdıklarımı okuyayım diyerek defterini tekrardan açıp göz gezdirmeye başladı:
“Bir sıkıntı yaşıyor içimde: Kelimelerin mübalağa yansıtan çağlayanlarından uzak. İçimin en dibinde o, hatta gitgide daha da içselleştiriyor onu zihnim. Bu duyduğum yakın bir gelecekten gelen, varlığını tümüyle bildiğim ama gözlerimi gerçekliğinden ısrarla kaçırdığım bir hüsranın ayak sesleri mi yoksa?
Yeniden prangalar mı şakırdıyor, yeniden zincirler mi tıngırdayacak? Hayır! Yeni insanlara kuvvetim yok benim. Zamanında, prangalı bir benlikten doğdu ufuksuz bir tecessüs. İstediğim yere kadar uzanabiliyorum onun kanatlarında. Yine de sonunda, kendimden başka bir şey değildi hasadım…”
Oturduğu yerde tekrar düşünmeye başladı. İçinden yazmak istediği şeyler geçiyordu ama sanki ne yazacağını, nereden başlayacağını bilmiyordu. Birkaç satır yazdı, sonra üstünü çizdi. Sonra durup tekrar düşünmeye başladı. Karanlık, diyordu, içimi karanlık kaplıyor. Evet, diye düşündü, bunu yazmalıyım. Ne yazmalıyım? Kendisi de bilmiyordu ki… Tekrar düşündü, düşündü ve tekrar düşünürken belki de saatler geçti. Ama sonunda eline kalemi alıp yazmaya başladı:
“Karanlıkta bir adam, belli belirsiz seçiliyordu. İlerliyordu, karanlığı tırnaklayarak; şüphesiz, kendi aydınlığını arıyordu. Aradığı, karanlıktan çıkmak için seçeceği bir delik değildi; bilhassa, aydınlığı sokmak istiyordu kendi karanlığına… Sahi, karanlığın gizemliliğindeki aydınlığı görebilmek için ne keskin gözleri olmalı insanın.
Kim mi o adam? Karanlıkta kalan ve karanlığa tutunan, aydınlığa tutunamadığı için… O ki yeraltının sevicisi; yolunu sadece karanlıkta bulabilen, aydınlıkta kaybedendir; gözlerinde şimşek, bakışlarında kuşku ile ‘dediğim-dediklik’ kucak kucağa, kendinden emin ve bir o kadar da tedirgin… Kendini reddeden, belki de tiksinen –bizzat kendisinden– Ve bir o kadar da seven.”
Seviyor muydu gerçekten? Bilmiyordu. Masadan kalkıp dışarı baktı. Karanlık, kendinden emin bir şekilde oturmuştu göğe. Gün bitmiş, uykuya dalma vakti gelmişti artık. Yatağına doğru sendeleyerek yürüyüp kendini yatağa bıraktı. Yattığında düşünmeye, sıkıntıyla düşünmeye devam ediyordu.
Kimim ben, diyordu, ne olacağım? Kendime uygun bir hayat bulamadığım için, hayatıma uygun binlerce benlik inşa ettim. Şimdi bu benlikler arasındaki yollar da kayıp… Benlikler de… Savruluyorum, sırf kendim olabilmek için savruluyorum hayâsızca: Benliklerime giden yolları bulabilmek için… Peki ya bu karanlığın ortasında elimdeki meşale de kaybolursa; kelimeler?