Daha sabahın yedisi olmasına rağmen temmuz sıcağı açık penceremden içeri girip çoktan boynumda ter taneciklerine dönüşmüş bile. Şu hınzır serçelerin seslerine uyanmış olmalıyım. Annem daha uyuyordur. Onun odası sokağa baktığından benim penceremin dibindeki erik ağacını göremez. Bu yıl iyice dallandı budaklandı. İki yıl önce, babam dalları kesecekti de, kestirmedim. Bu ağaç benim ormanım. Yaşamı canlı canlı izleyebildiğim, hayatın devam ettiğini hissettiğim en somut belge. Yan tarafımızdaki evi yıktılar, yerine kocaman bir apartman dikeceklermiş. Bizim ev için de birileri gelip gidiyor ama annem benim ısrarıma dayanamadığı için olmaz, diyor. Bu muhabbetin her açılışında duvardaki takvime bakıyor. Şu 2019’a bir girelim, Belediye seçimleri geçsin bakalım, yeni imar yasası gelecekmiş, diye de umudunu koruyor. O neyle oyalanırsa oyalansın. Ben sittin sene evimizin yerine betondan bir canavar dikmelerine izin vermeyeceğim.
Penceremden içeri girmek için çabalayan eriğin dalında serçeler. Pır pır pır. Cik cik cik. Ne güzel şeyler, ne şanslı. Belki dün sabah Kuzguncuk sahilinde yıkandılar da kanatlarındaki beyaz dalgalar denizin dalgalarına karıştı. Belki bir önceki gün Polonezköy sırtlarına gittiler de ormanın derinliklerinde soluklanıp tüylerini temizlediler. Kim bilir nasıldır oralar? Orman nasıl kokar? Deniz suyunun tadı nasıl olur? Biliyorum anlatamazlar. Anlatsalar bile bazı şeyler anlatılmaz yaşanır. Yoksa ben de biliyorum ormanın ve denizin nemenem bir şey olduğunu. Duvarımdaki televizyon, kitaplığımı tıkış tıkış dolduran kitaplar, dergiler ne için varlar ki? Onlar bana her şeyi öğretiyorlar ama tatmak var ya, tatmak…
Aa! Sizi utanmazlar sizi. Olmaz ki canım. Ayıp denen bir şey var. Sabah sabah… Üstelik bana göstere göstere. Ben de biliyorum elbet çiftleşmeyi. Ama tatmadım onu da. Yani deniz suyunun tadını bilmemekle sevişmeyi bilmemenin arasında bir fark yok aslında. İşleri bitti ya. Şimdi de oyun zamanı. İncecik dalın üzerinde bir pır, iki cik cik. İki pır, bir cik cik… Erikler kızıl kızıl yere dökülüyor. Annem toplar onları, akşama soğuk soğuk yeriz. Birçok insanın tersine ben olgun eriği severim. Yerken ağzımda eriyecek. Bu yüzden annem kimsenin toplamasına izin vermez. Biricik oğlu için bekletir kızarmasını, ballanıp dalından koptu kopacak kıvama gelmesini. Canı isterse. Annem değil mi, doğurmasaydı. Hem de bu şekilde… Komşularla konuşurken duyuyorum. Yaşamaktan bezmiş de, gözünde yaş tükenmiş de… Bana ne!
Hıh! Sapından kopan eriklerden biri dala çarpıp içeri düştü. Tam da yatağımın dibine. Of! Ulaşamıyorum. Kolum on santim daha uzun olsaydı ya da yatağım on santim daha önde olsaydı. Erik aslında erik olmaktan çıktı. Erik marmelatı artık o. Ben de onun gibi düşsem bir yerlerden. Haşatım çıksa. Parça parça dağılsa her bir organım ortalığa. Ya da olan organlarım demeliyim belki. Kolum bir tarafa, kafam bir tarafa. Kalbim kitapların üzerine kurulsa. Bağırsaklarım televizyonun tam ortasına saçılsa. Kalçam gidip tekerlekli sandalyemde her zamanki yerini alsa. Beynim tavana yapışsa mesela. Ben boş bir kütle olarak, dağılan bütün organlarımı seyretsem yatağımdan. Hiçbir acı sancı duymasam. Beyinsizken bile düşünebilsem. Günlerden ne, kaç yaşındayım, düne, önceki güne hatta çocukluğuma dair her şeyi hâlâ hatırlayabiliyor olsam. Düşünmeyi anladım da neyi hatırlamak istiyorum ki? Unutmak istemediğim anılarım var mı benim? İlkokuldan öteye gitmeyen okul anılarımın içindeki acımasız çocukların eksiğime bakışları mı? Okul yollarında ve sınıfta gölgem yerine geçen annemin acılı gözleri mi? Olmayan askerlik anılarım mı, yoksa aşklarım mı? Bak şimdi, aşk denince orada durmalıyım. Bu konuda hakkımı yiyemem(!) Jennifer Lopez, Layd Gaga, Beyonce, Britney Spears daha nice irili ufaklı posterlerim ne güne duruyorlar. Yirmi küsur yaşımın çırılçıplak hayallerini onların şuh vücutlarına yüklüyorum. Bu yaşıma kadar annem, doktorlar ve hemşireler dışında bir kadın eline bile değmemişken, gece boyu seviştiğim kadınlarım onlar(!) Annem, o posterleri bulana kadar kaç dükkân geziyor. Biricik oğlunun yüzündeki bir gülücüğe ne paralar ödüyor. Sadece poster için gezse yine iyi. Yaz gününde portakal, kış gününde çilek istediğimde de manav manav dolaşır. Olmadık kitap isimlerini yazdığım kâğıdı sahaf sahaf dolaştırır. Geçenlerde Vahşi Masumlar adlı romanı istedim de; o kitapçı senin, bu sahaf benim gezdi durdu. Bulamadı tabii. Bir gün, elinde bir DVD ile girdi odama. He zamanki gibi bezgin suratının süngüsü iyice düşmüştü.
Al bunu seyret. Ha okumuşsun ha seyretmişsin, aynı şey değil mi?
Anneme zorluk çıkarmak hoşuma gidiyor. Babam sağken onu da üzmekten hoşlanırdım. Bazen vicdan yaptığım da oluyor ama kısa sürüyor. Onların amcaoğlu, amcakızı olmaları aklıma geldiği an yeniden cinleniyorum. Aşkmış… Çok sevmişler birbirlerini. Canınız cehenneme! Her şeyin bir bedeli var değil mi? Onların aşklarının bedeli de benim. Her gün üzerimi değiştirmeli. Özellikle şu dona benzemeyen antin kuntin zımbırtım ıslandığı anda değiştirilmeli. Gün aşırı banyomu yaptırmalı. Bir öğünde yediğim yemeği ertesi öğünde de görmeye asla tahammül edemem. Yatak örtülerim iki günde bir yenilenmeli. Yoksa dellenirim. Avazım çıktığı kadar bağırır ortalığı ayağa kaldırırım. Kötü biri değilim ben. Annem dışında her şeyi seviyorum aslında. Kitaplarımı koklamayı, televizyon kumandamı kanaldan kanala gezdirmeyi, penceremden gördüğüm dünyayı, erik ağacımı, onun üzerinde gezinen börtü böceği, sineği, kelebeği, helikopter böceğini, arıyı, meyvelerden başını kaldıran kurtları, serçelerin konserlerini…
Pır pır, cik cik. Pır pır, cik cik…
Ee! Yok artık. Gelin tepeme çıkın bari, diyeceğim ama zaten tepemdesiniz. Gel. Gel, kon elimin üstüne. Size dellenmem. Yemin ederim.
Ufacık olsam. Bir elma kurdu kadar örneğin. Konsam birinizin kanadına. Uçsak kilometrelerce. Aşağıda içlerine giremediğim, beni horlayan, bana tepeden bakan insanlara bu sefer ben tepeden baksam. Denize ani bir dalış yapsak. Çakıl taşlarını, boş midye kabuklarını, yeşil pamuk lifleri gibi suda dans eden yosunları izlesek. İyot koksa her yanımız, sahilin sıcağında kuma belensek. Martılarla kargalar çete olup bizi kovsalar kıyıdan, bu sefer ormana uçsak. Çam kokusuyla sarhoş olsak. Ağustos böceklerinin sesi kulaklarımızda çınlasa. Çekirgelerle ahbap olsak. Mantardan mantara atlasak. Kuzu kulağının mayhoş tadı dilimizi bursa. Ebegümeciden, madımaktan bal özü araklayan arıyı seyretsek uzun uzun.
Durun kaçmayın. Ne güzel hayal kuruyorum şunun şurasında. N’oldu? Hıı! Anladım, acıktınız. Bırakın şimdi akşamdan kalma kırıntıları tırtıklamayı. Annemi çağırıp sizin için enfes bir kahvaltı hazırlatacağım. Hani kuş sütü desem size karşı ayıp olur ama gerçekten bir kuş sütü eksik olacak. Bir de… Bir de kemik çayı. Hani, içtikçe kalçalarımdan iki dal filizlenmeli aşağı doğru ve uçlarında beşer parmağı olan iki çıkıntı oluşmalı. Her içişimde daha bir palazlanmalı kemiklerim. Eksiğim kalmamalı. Tastamam olmalıyım. İnip Maltepe sahiline uzun uzun yürüyüşler yapmalıyım, Hoşuma giden kız olursa evine kadar takip etmeliyim. Bisiklete atlayıp Kadıköy’e kadar pedal çevirmeliyim. Belki bir köpeğim de olur o zaman. Adını Maraton koyarım. İstanbul’un tüm tepelerini birlikte gezeriz. Komşunun oğlu Cemal akşamları halı saha maçına gidiyormuş. Ben de… Olur ya, cillop gibi bir kızla da çıkarsam…
Kim bilir, belki icat etmişlerdir böyle bir çay. Anneme söyleyeyim. Arasın bakalım öyle bir kemik çayı var mı? Bulamasa da dili sarkana kadar dolaşsın sokaklarda. İşi ne?
Hatice Dökmen