“Çocuklarını öldürdüm” dedi. “Senin çocuklarını.” Evet, benim çocuklarımdı onlar ama şimdi elimde geriye kalan mavisi solmuş bir suluk. Oğlumun yediği son bisküviden kalan yağlı minik parmaklarının izleri hala seçiliyor. Bir de kızımdan kalan sapsarı saçlı oyuncak bebek var. Aynı bıraktığı gibi. Kendi saçından çıkarıp taktığı tokası bile üzerinde. Herkesin gözü onlarda. Başını kaldırıp bana bakan yok. Aralarında fısır fısır konuştuklarını duyuyorum. Kurşun diyorlar. İki kurşun. Çocuklarımın adı da ağızlarında ama söylenenlere uyduramıyorum. Hiçbir şey uymuyor. Ne yattığım bembeyaz hastane odası, ne de etrafımda dolaşanlar. Nefesimi kesen bir toprak kokusu burnumda. Üzerimde kalınca bir örtü. Gözlerim seğiriyor camdan sızan ışıkta, kulaklarım uğultularla dolu. Yine de yankılanan ses susmuyor. “Çocuklarını öldürdüm” diyor, “Senin çocuklarını.”
Arif hep böyle biri miydi? İlk bakışta anlamak zor. Hele de o bakışlar, basma eteklerinin rengi ardına saklanmış akbabaların gözlerine takılınca. Aslında fırıncının yeni çırağının üstünün başının unla kaplanışına bakıyordum ben. Kapkara saçlarının beyaza bulanışına. Gülmem de ondandı, dönüp bir daha bakmam da. Çırağın ekmeğin en sıcağını bana verdiğini bile fark edememiştim. Oysa akbabaların sofrasını süsleyen dedikoduların üstündeki dumanı, ekmek elime değdiği an bilmeliydim. Beni yutmadan doymayacaklarını da. Sokakta denk gelen iki kişi bizden bahsetmese olmuyor gibiydi. Balkondan balkona asılan çamaşırlar bile adımdan usanmıştı. İsmim her söylendiğinde, bilmediğim bir suçu işliyormuşum ben. Namusumdan olduğum yetmiyormuş gibi, günahlarım da boy atıyormuş. Bunları diyen babamdı. Tıpkı iki yıl önce “Buraya dönemezsin. Yerin kocanın yanı” dediği gibi. “Onu sen buldun” da demişti. Öyle ya, ben bulmuştum. Hem de akşam sofrasına iki ekmek alırken, komşuların torbama koymasıyla. Daha 18’ime bile basmadan belime kırmızı kurdele bağlanırken, annem ne çok ağlamıştı. Düğünden sonra, çürükler içindeki yüzüme kapıyı kapatırken bile o kadar ağlamamıştır. Şimdi bu kalabalığın içinde de onu görebiliyorum. Kırışmış, zayıf yüzü üzerimde. Sahi, hep bu kadar çirkin miydi? Kızımı bir zamanlar ona benzettiğime pişmanım. Kimselere benzemezdi o. Tıpkı oğlum gibi. Bir tek benim çocuklarımdı onlar. Arif’in zehirli dudaklarından hayatı boyunca dökülen tek doğru şey, işte budur.
Aylardır hasta bakıcılığı yapmama rağmen, ilaç kokan bu koridorlar şimdi bana yabancı. Aklımda her daim is bulutu altındaki mahallemiz var. Upuzun merdivenleri, dik yokuşları, dar sokakları. Şimdi orası da toprak kokuyordur. Evimizden taşıyordur. Bırakmıyorlar ki gidip bakayım. En derine kadar kazayım. Tam tamına altı gün oldu. Başımda polisler, doktorlar, hemşirelerle geçen altı gün. Beni sakinleştirerek yaşatıp nereye varacaklar anlamıyorum. Son nefesimi verdiğimde dahi bundan daha az ölü olacağımı bilmiyorlar mı?
O mahalleye taşınırken, çocuklar ne kadar da heyecanlıydı. Sonunda başımızda sadece bize ait bir çatı olacaktı. Tabi bina sahibi Saime teyze çocukların haline acımasa, o da olmazdı. Bu hastane odasına kadar uzanan yol da, o evde geçirdiğimiz ilk kıştan sonra başlamıştı. Aslında güzel bir kış sayılırdı ama çocukları mutluluktan uçuran kar, yerini bahar dallarına bıraktığında, duvarlarımızda kabarmış yollar vardı. Çocuklar bulutlara benzetti ama öksürükleri günden güne ilerledi. Saime teyze “Kızım bu böyle olmaz, baksana çocuklar astım olacak” derken, boya işinin altından kalkamayacağımı bilmez değildi. Sağ olsun, yaza kalmadan boyacı bulup, evi halletti. Ama daha boya kokusu bile çıkmadan, Arif kapıda belirdi. Gelen boyacının onu tanıdığını nereden bilebilirdik?
“Çok pişmanım” dedi, hiç pişman görünmeden.
“Çok değiştim” dedi, bir kez bile göstermeden.
Hiç inanmasam da, baba diye kapıya koşan çocuklar için, dilime gelenleri yuttum. Bundan yüz buldu tabi, içeri girmeye kalktı. Almadım. Kalın gür kaşlarını çattı. Alnındaki damarlar tek tek ortaya çıktı. Kaba saba ellerini sımsıkı yumruk yaparken, kaçtığımız ne varsa artık karşımızdaydı. Hemen kapıyı kapattım. Arkasında kopacak kıyameti beklerken, tuttuğum nefesimle baş başa kaldım. O akşamdan sonra, sürekli perdenin ucundan sokağa bakar oldum. Lambaların ışıkları titredi durdu. Gökyüzündeki yıldızlar bile soldu. Her yeri sis bastı. Yaz geleceği yerde soğuklar arttı. Bizi saran duvarlar ince kartona döndü sanki. Sayesinde uyuduğumuz kapımız bile adımlarımızdan ürkekti. Ve bir akşam, Arif yine önündeydi. Meğer ekmek aldığım bakkaldan beri beni takip ediyormuş. Önce “Şu üstteki ekmekler daha taze, bak onlardan al” diyen mahalle bakkalına çattı. Küfürler, yumruklar birbirine karıştı. Ancak kahvedeki adamlar gelince durdular. Durunca da sustular. Onlar susunca sırayı mahalleliler kaptı. Bizim bakkal, onun kocası diye diye yarattıkları çığ, sonunda Saime teyzenin kulağına kadar vardı. Kocasız kadın başa bela diyen dillere daha fazla karşı koyamadı. “Böyle olmaz kızım” dedi. “Edebinle oturacaksan otur, yoksa kocanla git. Başıma iş çıkarma.” Arif’in geldiği o akşam, bakkaldan sadece ekmek almıştım ben ama torbamda yine başkalarının koydukları vardı.
Arif günler sonra yeniden kapıya dayandığında “Uzatma artık Fatma, eve dön” dedi. Sanki ardımızda ev diye bir yer bırakmış gibi.
“Git” dedim. “Allah aşkına, ne olur git.”
“Daha fazla uzatıp da adamın asabını bozma! Bak bütün yaptıklarını kabul ediyorum, çocukları da al gidiyoruz.”
Arif ne büyük adammış değil mi? Onun dayağından kaçmamı affetmişti. Çocuklarımla yeni bir hayat kurmamı, alın teriyle para kazanmamı, hatta bakkaldan alışveriş yapmamı bile affetmişti. Fakat ben onun kadar büyük değildim. Kapıdan geçmesine asla izin vermezdim. Ama saatlerce arkasında saklandığını da göremedim. Açtığım gibi yüzüme inen tokadıyla, sendeleyip duvara çarptım. Var gücüyle üstüme çullandı. Karnıma yediğim yumrukla yere düştüğümde, sesim fısıltıdan farksızdı.
“Çocuklarımı korkutuyorsun Arif” dedim. “Allah rızası için ne olur git.”
Korkudan köşeye sinmiş çocukları ancak o zaman fark edebilmişti. Sonra da camlarda çıt çıkarmadan bizi izleyen komşuları görmüştü. Onlara dönerek, “Fatma’nın çocuklarını korkutuyormuşum” dedi. “Onun çocuklarını.” Ve tam gücüyle karnıma bir tekme daha savurup gitmişti.
O geceden tam bir hafta sonraydı. Yine iş yoluna düşmüştüm. Çıkarken çocuklara yabancılara kapıyı açmayın diye sıkı sıkı tembih etmiştim. Keşke hiç kimseye açmayın deseydim. Ya da Arif hiç kimse olsaydı. Komşunun oğlu, babalarıyla konuşurken gördüm demiş ama ben görmedim. Zaten binanın önündeki paslı demir kapıya varana kadar, onu da seçemedim. Karşıma dikilip “Merak etme, artık korkmuyorlar” dedi. Ağzımı bile açamadan, beni sürükleye sürükleye merdiven altındaki kömürlüğe getirdi.
“Bak” dedi.
“Çocuklarını öldürdüm. Senin çocuklarını.”
Başka da bir şey hatırlamıyorum. Kafasını kaldırıp yüzüme bakamayan bu insanlara da bir diyeceğim yok. Zamanında sakındıkları merhameti, şimdi böyle bol keseden vermelerine karnım tok. Arkasını dönen, gittiği gibi “Akşam akşam ne bakkalıymış” der, bilirim. Bir öbürü “Zamanında babasını bile dinlememiş ki.” Ama aslında hep onu dinlemiştim ben. Herkesi duya duya buraya kadar gelmiştim. Arif’e yenilmem de bundandı. Bir elimde suluk, ötekinde oyuncak bebek, toprak solumam da. Artık sadece toprak soluyorum ben. Bir de soluduğum toprak gelip her yanımı sarsın diye günleri sayıyorum.