Sabahın serinliğinde koştura koştura bakkal dükkanını açmaya geldi. Koşmaktan kan ter içinde kalmıştı. Damla damla terlerin biriktiği anlına tel tel yapışmıştı seyrek saçları. İçerdeki dolaptan soğuk bir gazoz aldı. Sırtını duvara yaslayıp, bakkalın çaprazındaki soluk renkli, kirli pencereli, iki katlı eski ahşap eve bakarak derin bir iç çekti. Serinlemek için açtığı gazozunu bir dikişte bitirdi. Genzi yanmıştı. Öğlen sıcağına kalmamak için bir an önce işe koyuldu. Nasırlı avuçlarına bir iki tükürüp biriken boş kasaları üst üste dizmeye başlamadan önce şöyle bir gerildi. Yorgundu. Her gece olduğu gibi dün gece de uzun uzun onu düşünmüştü. En az kendisi kadar yorgun olan gözlerini çaprazdaki evin kapı gıcırtısına doğru çevirdi. İki adam göründü kapının eşiğinden. Her zamanki pos bıyıklı abileriydi. Dün gece de gelip kadını yalnız bırakmamışlardı. Hemen arkalarından da kadın göründü. Uzun boylu, ince belli. Adının da henüz ne olduğunu bilmiyordu. Ama onun için adı Elif’ti. Tıpkı manasındaki gibi ince uzun bir kızdı. Yüreğine dosttu, cana yakın tanıdıktı. En çok da alışmıştı, alışılmıştı. Her anlamıyla Elif’ti o. Güldüğünde mevsim ne olursa olsun bahar rüzgarları estiriyordu Ali’nin yüzüne. Bir de Türkan Şoray kirpiklerinin arasında kömür karası gözleri yok muydu ahh ahh! İnsanı çıra gibi yakıyordu.
Pos bıyıklı abiler kadının avuçlarına bir miktar para bıraktı. Kolay mıydı? O kadar kahırlarını çekiyordu. Abileri de elbet emeğinin karşılığı olarak üç beş kuruş para sıkıştırıyorlardı eline. Abilerin arkasından neşeyle el salladı kadın. İçeriye girmek üzereyken göz kırptı Ali’ye. Ali’nin yanakları kızardıkça kızardı. Tatlı bir tebessüm vardı yüzünde. Kalbinin gürültüsü kulaklarına yayıldığında ustası kızgınca söylendi.
“Oğlum ya git çal şu kapıyı ya da ayran budalası gibi dolaşma ortalıkta.”
Ses etmedi Ali, ona da gülümsedi. “Sen nerden bileceksin ki, eve götünü devirmeye gittiğinde onun buraya geldiğini.” dedi sessizce içinden. Bakışlarının havada çarpıştığını da ellerinden sonra bedenlerinin tutuştuğunu da anlatamazdı ustasına. “Beni götür buralardan.” dediğini de anlatmadı. Anlatmayacaktı. Zihninden geçen bin bir konuşmayı silip atarken ‘Aman’ der gibilerinden omuz silkip işine devam etti.
Güneşin tepeye yerleştiği vakitler de perdeler sıyrılmaya başlamıştı. Üst katın kirli penceresinde göründü kadın. Süt beyazı bacaklarının önce birini sonra diğerini aşağıya doğru sallandırıp gerdan kıra kıra, iri göğüslerini sallaya sallaya camları silmeye başladı. Efil efil bir rüzgâr uçurdu kumral saçlarını ardından eteğini. Bayrak gibi sallanan eteğinin altına bakmak için pencerelere, dükkân önlerine çıkanlara aldırmaksızın, kasaları deviren Ali’ye patlattı oynak bir kahkahayı. Etraftakilere kızgın birkaç bakış attıktan sonra alelacele dökülen kasaları toparlamaya çalıştı Ali. Diline yine o türküsünü doladı uzun uzun ağıt yakar gibi.
Elif dedim be dedim
Gız ben sana ne dedim
Guş ganedi kalem olsa
Ah yazılmaz benim derdim
Elifim noktalandı aman
Az derdim çokcalandı aman
Elif’in cam silmesi bitene kadar Ali’de ağır ağır taşımıştı kasaları. Hani zaten hafif olan boş kasaları ne kadar yavaş taşıyabilirse o kadar. Bir gözü ustasında bir gözü Elif’teydi. Ne zaman ki kadın bir o camı bir bu camı silmeyi bıraktı, Ali’de işlerini o zaman bitirmişti. Güneşin kızgınlığının sönüp hafif rüzgarların ağaçları oynattığı vakitlerde mahallenin başında tekrardan abiler göründü. Bu sefer kalabalıktılar. Sanki kendileri yetmiyormuş gibi. Gevrek gevrek gülerek geliyordu her biri. Siyah poşetlerin içindeki şişeleri şıngırdatarak ilerlerken sıska adam “Adı gibi yanıyor canına yandığımın karısı.” dedi. Ali çevirdi başını adamların ileri geri konuşmalarını duymamazlıktan geldi. Hoş bildiği bir şeyi şimdi duymamazlıktan gelse ne olurdu? Şu kirli cilaları soyulmuş kapı kapandığında içerde olacakları bilmiyor muydu? En çok da geceleri içerde olanları düşündüğünde yanmıyor muydu canı? Bu öyle bir ateşti ki gece gündüz demeden yanıyordu. Hele de pos bıyıklılar geldiğinde, hele de o kapı kapandığında. Hele de içerden kahkahalı müzik sesleri geldiğinde, Perdenin gölgesinde Elif’i oynarken gördüğünde o ateş büyür büyür bir yangına dönerdi. Ama ahtı vardı eninde sonunda alıp gidecekti Elif bildiği sevdiğini İstanbul’un kirli kucağından. O günün hayaliyle avunuyordu şimdilerde. Ancak dayanabiliyordu. Abiler kapıyı peş peşe tıklattı. Kapıyı açtı kadın. Pos bıyıklılardan biri, kadının sunulmaya hazır açık baldırlarını ağzının kenarlarından salyalarını akıtarak ayak üstü okşadı. Ağzındaki sakızını patlatırken keyifleri yerinde olan adamları içeriye aldı. Uzun boynunu uzattı bakkala doğru. Kadın adı gibi baktı gözlerine ateşli ateşli, soğuk duvara yaslandı yandıkça yandı Ali…
Elif’in silüeti tekrardan perdede göründü. Abilerin gelişiyle perdeler sıkı sıkıya kapatılmıştı. Yüzü düşmüştü Ali’nin. Başını önüne eğdi. Aldan mora çalan yüzüne baktı ustası. “Oğlum kendine yazık edeceksin şu Alev kahpenin peşinde.” dedi. Şefkatle sıvazladı sırtını. Akşamdan gelip henüz açılmayan peynir kutusunu gösterdi. Çekmeceden aldığı bıçağı da eline tutuştururken de sesine öfke ekledi.
“Aklın fikrin oynaşta, işe güce baktığın yok. Al şu bıçağı, tenekeyi aç ki peynirleri kutusuna yerleştirelim…”
İstemeye istemeye bıçağı aldı Ali. Gönülsüzce bıçakla tenekenin kapağını kanırtmaya çalıştı. Sanki tenekeyi döver gibiydi. Kapağa vurduğu her darbe kendi zihninde ve kalbinde delikler açıyordu. Öfkeliydi ama kime? Kendisine mi? Hayır. Yangın bakışları olan Elif’e mi? Belki. Dünya’ya mı? Evet. Dünyanın düzensiz düzenine, pos bıyıklı abilereydi öfkesi.
‘Gündüzün şerri gecenin hayrından iyidir.’ deyip “Dünya kötülerin dünyası Ali’m senin gibilerin değil.” diye de eklemeyi unutmazdı ninesi. Ali şimdi gecenin şerrine doğru kötülerin arasına yol alıyordu. Yangın bakışlı bir kadının peşinde yanan bir ateş parçasıydı o artık. Bir ömür yanacak mı yoksa söndürülüp atılacak mı? Bilmeden onun peşindeydi. Hem “Gidelim” dememiş miydi sevdiği ona? Korkaklık etme Ali, dedi kendi kendine. Erkek adam korkar mıydı? Korkmayacağım, korkamam, dedi. Hem daha ne kadar göz yumabilecekti buna? Kendisini daha nasıl abiler masalı uydurup kandıracaktı. Ne kaldırabiliyordu ne de kandırabiliyordu artık.
Uçlarını sivrileştirdiği ayna gibi parlayan bıçakları dizerken, sabah olur olmaz bakkala gelip ustasının elini öptükten sonra helallik almayı düşündü. Bu ayki parasını alıp bu sefer o ona “Gidelim” diyecekti. Gelecekti sevdiği de. Hiçbir şey almayacaklardı bu şehirden yanlarına. Ali’nin öksüzlüğünü, yangın bakışlı kadının vesikasını burada bırakıp gideceklerdi. Buranın kirinden arınacaklardı beraber. Alnından öpüp “Artık senin adın Elif.” diyecek ve beraber yeni temiz bir hayata başlayacaklardı. Kararlılık ve cesaret Ali’nin damarlarını tıka basa doldururken soluk evden acı acı bağrış sesleri duyuldu. Müzik ve kahkaha sesini bastırıyordu bu sesler. Ardından Ali’nin yüreğini parçalayan iki el silah sesi yayıldı. Ali elindeki bıçakla fırladı dükkanın önüne. Ustası atik davrandı Ali’yi omuzlarından yakalayıp sesini yükseltti. “İşine bak lan, dertsiz başına dert mi alacaksın?” Ancak ustasının gücü yetmedi Ali’nin delişmen gücüne. Ustası korkuyla baktı iki katlı evin dış kapısından içeri giren Ali’nin ardından…
“Ali! Yakma kendini!.”