Eve ekmek getirmeyenin adamdan sayılmadığı yerdi burası. Adam olmak için ekmeğini aslanın ağzından alacak, sıktığın taşın da suyunu çıkaracaktın. Kendini bildiğinden beri duyduğu kelam buydu bu olmasına ya, toprağın altındaki ölüm demek olan madenden başka, ne sıkılacak taş, ne de ağzından ekmek alınacak aslan olmadığını da görüyordu Baki. Kara taşın üstündeki kara toprak da, ‘var git kısmetini başka kapıda ara’ der gibi kös kös bakıp duruyordu yüzüne.
Annesinin zinhar istemediği madenin kapısı dışında çok kapıyı çaldı iş için; ancak hepsi de söz birliği etmiş gibi, ‘askerlik olmasa iş kolay’ diye kapandı suratına. İnanmak zorundaydı, inanmak istedi, sonunda da inandı. Madem askerlik, bütün sorunların çözümüydü o halde uzatmaya ne gerek; bir an önce gidip dönecekti.
Ancak bu kararın verdiği rahatlama kısa sürmüştü: Öyle ya çatışmaların on yıllardır devam ettiği, ölümün günlük yaşamın bir parçası halini aldığı yerlerden sağ salim dönebilecek miydi?
Neyse ki korktuğu son gerçekleşmedi. Her şeyin bir başlangıcı ve sonu varmış; yatağın ateş, uykunun kan olduğu askerlik günleri de sonunda bitti.
Sağ selim eve döndüğünde annesinin sevincini bir de güzeller güzeli Sedef’in gözlerindeki parıltıyı görünce; iki omzuna birer kanat takılmış gibi hissetti… Bundan sonrası kolaydı artık.
Ancak böyle düşünmekle aldandığını bir süre sonunda anladı. Günler günleri kovalıyordu ama iş bulamıyordu. Umutları giderek azalıyordu. Sedef’i düşününce, bedenini ateş basıyor; elleri böğründe, çaresizce boynunu büküyordu.
Tek çare vardı, babasını yutan madene girmek. Fakat annesinin buna katiyen razı olmayacağından da adı gibi emindi Baki. ‘Elimde avucumda kala kala bir sen kaldın oğul’ diyecekti. ‘Karındaşların gibi ölüp gitmeyesin diye adını Baki koyduğum oğul, sığınacağım başka kimsem yok’ diyecek, ağlayacaktı. Ona, kendisinin de bu işe gönüllü olmadığını söyleyemezdi elbet. O acı günden sonra yakınından bile geçmediği ocağın karanlık ağızdan yüzlerce metre derinliğe inmeyi düşünmekten bile korktuğunu anlatamazdı anacığına. Fakat ne çare ki, eve ekmek getirmeyenin adamdan sayılmadığı yerdi burası. Evi geçindirmenin, Sedef’i kucaklamanın bir başka yolu da yoktu…
Anası diretti, o yalvardı; anası karşı çıktı, o üzerine gitti; sonunda inadı kırıldı garip kadının. Büktü boynunu, “Madem istiyorsun oğul, ne diyeyim ki” dedi.
Başvurusuna “Yarın ocağa inebilirsin!” yanıtını aldığı gün, gel-gitleri çok bir sevinçti yaşadığı.
Nicedir duvara asılı, hala is kokan bareti indirdi, üzerine ‘babam’ yazdı.
Sabah için başka bir hazırlığa gerek yoktu.
Günün ilk ışıklarıyla gözlerini ovuşturarak açtı. Basma perdelerin aralığından sızan güneş tam gözlerine vuruyordu. Yatağın içinde doğruldu, kollarını iki yana gerip uzun uzun esnedi. İçine işleyen soğuğa aldırmadan lavaboya geçti; ihtiyacını giderdi, yüzünü yıkarken sobanın üstünde kızarmakta olan ekmeğin mis gibi kokusunu duydu. Bir anda keyfi yerine geldi. Kendisi de şaşırdı ama son dönemde hiç olmadığınca bir iştahla oturdu sofraya. Hatta bir iki espri bile yaptı. Kapıdan çıkarken annesinin hüzün pınarı bakışlarını fark etti; içinde ıpıl ıpıl bir şeyler aktı. Nasırlı, yorgun ellerine sarıldı, öptü.
Arabanın arka koltuğunu gösterdiler. Oturup, kırk yıllık ocakçıymış gibi geriye doğru verdi sırtını. Gözlerindeki uyku akarı henüz kurumamış eski ocakçılar “Hayırlı olsun” dediler. Stabilize yolda sallana sallana ilerlerken arabanın kaloriferinden gelen sıcak hava kemiklerine doğru ılık ılık yayılmaya başladı. Bir rehavet kapladı vücudunu, göz kapakları ağırlaştı. Hiçbir sorunun kalmadığı uyku uyanıklık arası bir yerdeydi artık. Nihayet iş arama derdi bitmişti. Her şey adım adım yoluna girecekti. Bir süre çalıştıktan sonra düğün hazırlıklarına başlayabilirdi. Yıllardır içini kasıp kavuran özlem sona erecekti. Köy meydanında yıldızların altında, dillere destan bir düğün olacaktı. Kulaklarına halay çığlıkları geldi oturdu. Köyün gençleri bu kez Sedef’le Baki için halaya duracaktı. Ocakta kaç yıl mı çalışacak? Bunu zaman gösterecek. Bir yandan çalışırken öte yandan büyük kentlerdeki tanıdıklarına haber yollayarak kendisine uygun bir iş bulmalarını isteyebilir. Büyükşehir insanı aç bırakmaz nasıl olsa. Hele bir düğün için gerekli olanı biriktirsin, gerisi kolay. Aklından düğün geçince; Sedef, beyaz gelinliği içinde, elinde gülkurusu çiçek, gözlerinde mutluluğun ışıltısı karşısına dikiliverdi. Kollarını kaldırmış, rüzgârda salınan dal gibi oyuna çağırıyordu Baki’yi. İçi ürperdi, dizlerini karnında topladı.
“Son durak” sesi ile kendisine geldi.
Minibüsten inince ilkin işçi bürosuna uğradılar. İstenilen evrakları teslim ederek kaydını yaptırdı. Ekip başı eline bir kazma ile kürek verdi: “Vardiya değişecek; hazırlan, aşağıya iniyoruz.” İş kıyafetlerini giydi. Babasının baretini, kafa lambasını taktı, kazma ile küreği omzuna aldı. Ekip başını yan gözle kendisine bakarken yakaladı. Gülümsemesinden, hakkında iyi şeyler düşündüğünü anladı. Belki de, ‘Babasına benziyor, iyi kazmacı olur’ diye geçirmişti aklından.
Asansöre yürürlerken, “Baki, bizde tehlike çoktur; biz metanla, göçükle uğraşıyoruz bu nedenle disiplin esastır, hem üretim için de gereklidir,” dedi ekip başı.
“Sekiz yüz metre aşağıya en derin kuyuya iniyoruz, kafa fenerlerinizi yakın” Soluğu kesilir gibi oldu Baki’nin; kalp atışları hızlandı. “Karakolun sekiz yüz metre yukarısındaki tepede bir hafta gözetlemede kalacaksınız gece ışık yok, ışık ölüm demek, ışığı unutun, gerekirse bir hafta nefes almayacaksınız” diye sürüyordu uyarılar. İnerken babası geldi gözlerinin önüne, kaç yıl inmişti, hatırlamaya çalıştı. Değişik bir heyecan sarıyordu varlığını, bacaklarında başlayan titreme bütün vücudunu kaplıyordu. “Erkek adamsınız ölümden ancak karılar korkar içinizde karı olan varsa çıksın yoksa da görevini yapsın, cesur olun.”
“Başaracağım” diye geçirdi içinden. Böyle olmak zorunda. Erkek adam başarır çünkü. Onca insan nasıl yapıyorsa kendisi de yapacak. Asansör aşağıya indikçe soluduğu havadaki toz artıyordu; sanki soluk alıp vermekte zorlanıyordu. Belki de oksijen azalması. Yoksa kendisine mi öyle geliyor? Koyu karanlık, rüzgâr ağzının içini dolduruyor nefes almasını zorlaştırıyordu; boğulacakmış gibi hissetti, terliyordu. Karla karışık bir yağmur yağıyordu. Çok uzakta, bir ışık; izli mermi sandı bir an, nefesini tuttu. Işıklar ne kadar da küçük, nokta gibiydi, neresi burası, yoksa hala aynı yerdeler mi; alacakaranlık bir dünya…
Nihayeti ocağın dibine, kara taşın kalbine indiler. Asansörlerden kafileler halinde çıkan diğer insanlarla birlikte, ekip başının arkasından karanlık dehlizlere doğru ilerlemeye başladı Baki de. Kafa lambasının yaydığı ışık önünü görmesini engelliyordu. Her yer karanlık geliyordu gözüne. Önünde arkasında yürüyenlerin rahatlığına imrendi. Ocağa ilk inişi olduğu için böyleydi muhakkak; zamanla kendisi de alışacaktı.
Tedirginliğini fark etmiş olmalı, “Vardiya değişim yerine yaklaşıyoruz” diye seslendi biri. Kendisini rahatlatmak istediğini anladı Baki, teşekkür etmek için döndü, ancak tam o an, kulakları sağır eden bir patlamayla, geriye doğru savruldu. Ocağa bir ateş dağı düşmüştü sanki; üzerine alevler yağıyordu. “Mayın patladı” diye bağıracaktı, sustu. Kalkmayı denedi başaramadı. Gözleri kararmaya, bilinci bulanmaya başlamıştı. Annesinin “Gitme oğul, ocak ölümdür” sözü ile “Asker ocağıdır burası, vatan için öleceksiniz” sesleri birbirine karışıyordu. Çevreden inlemeler, sızlanmalar, haykırışlar, yakarışlar geliyordu. “Su” diye yalvarıyordu birisi, belli belirsiz. Aldığı nefes ciğerlerini yakıyordu. Sesler giderek zayıflıyor ve uzaklaşıyordu. Derine, daha aşağılara sekiz yüz metrenin altına bir yere doğru düşüyordu. Sızı gibi bir ses çıktı dişlerinin arasından; son duyduğu bu oldu: “ Sedef, Sedefim.”
Turan FIRAT