“Duyduğuna inanma, gördüklerinin ise yalnızca yarısına inan.”
Bu sözü kendime hatırlattığımda, aynı günü üçüncü kez yaşıyordum. Sıcak bir öğlen vakti, ağabeyimin bahçesinde çaylarımızı içerken, şüpheli gözlerle karşımdaki ağacı inceliyor ve anlamaya çalışıyordum.Siz de anlayabilesiniz diye, olayların en başına, o ilk güne dönüp anlatmak istiyorum;
Sıradan bir sabaha uyanmış, mutfakta omletimi hazırlıyordum. Sonra aniden, gürültüsüyle evimi dolduran elektrikli testerenin sesini işittim.”Hadi ama!” diye hayıflanmamak elimde değildi. Zaten dün tüm gün, bahçesindeki o güzelim ağacı kesmesine ve keserken çıkarttığı sesine yeterince direnmemiş miydim? Ağabeyime seslenmek için hışınla camı açtımda, bütün eylemlerimi anlamsız kılacak o şeyin ilk manzarasıyla karşılaştım. Dün devrilişini gözlerimle gördüm ağaç, hiç kesilmemiş gibi olduğu yerde sapasağlam duruyordu. Tahmin ettiğiniz üzere hem komşum hem de ağabeyim olan adam da, testeresiyle kesime hazırlanıyordu. Bir çalıştırıp bir durdurduğu aletin motorunu kontrol ederken, sessiz bir anı yakalayıp camı açtığım gibi bağırdım.
“Bu ağacı dün kesmedin mi sen?”
Ağaheyim başını kaldırdı, şapkasını alnından geriye itti ve ağzındaki sigarayı dişlerinin arasında sağlama alırken şaşkın bir, “Ne?” dedi.
Yeniden sordum.
“Sence kesmiş gibi mi görünüyorum?” diye yükselen sesi biraz gerilmişti. Onunla dalga geçtiğimi düşünüyordu belli ki. Oysa bu konuda hislerimiz behzerdi. Testereyi yeniden çalıştırınca, ben de camı kapattım ve burnuma gelen kokunun ne olduğunu anlar anlamaz mutfağa koştum. Kömürden hallice omletimi lavaboya boşaltttıktan sonra oyalanmadan bahçeye indim. Fakat yetişemedim. Bitişik bahçelerimizi geçtiğimde, ağacın acı çatırtılar eşliğinde ayaklarımın dibine devrilmesiyle donakaldım. Yaprakları hala yemyeşil, gövdesi yaş ve ruhu tekil o ağaçtan, dehşet dolu bakışlarımı kaldırırken, ağabeyim, “Birazdan kaldırırız.” dedi.
“Gel, birlikte bir çay içelim. Henüz ayılamamışsın gibi,”
Hayır, ayılmıştım. Ama yine de üzerime yapışıp kalan o kuvvetli dejavu hissinden kurtulamıyordum. Beraber, verandaya geçerken ağabeyime sordum.
“Bugün günlerden pazartesi mi?”
“Hayır,” diye yanıtladı beni. Sıgarasını kültabla gibi kullandığı altlığına basarken.
“Bugün pazar.”
Sanırım o an yüzümün aldığı ifade öyle tuhaf ve anlaşılmazdı ki ağabeyim sordu. “Senin kafana güneş falan mı geçti? Ne diye acaip sorular soruyorsun böyle?”
“Bilmiyorum,” deidim surat asarken. “Şu bahçede gölgesinde durabileceğimiz bir ağaç bıraksaydın geçmezdi belki.”
Ağabeyim uzun bir iç çekti.”Bunu daha dün konuştuk,”
Kendimi daha fazla zapt edemeyerek, “Hayır!” diye çıkıştım “Dün deþildi. Dünden önceki gündü.”
O sırada evden çıkan yengem, yine niye tartıştığımızı ve niçin iki dakika olsun kardeş kardeş oturamadığımızı sorarken yanımıza ilişti. Bu ilk günü, beni sahiden güneşin çarpmış olabileceği ve ya dejavu yaşadığım sonuçlarına vararak kapattım.
Ancak sonraki gün, kulaklarımda değil adeta beynimin içinde işittiğim testerenin sesiyle uyandığımda bunun bir dejavudan ibaret olmadığını anladım. Yataktan nasıl kalktığımı, merdivenleri nasıl indiğimi hatırlayamıyorum bile. Ancak ne kadar hızlı koşsam da, aynı ağacın yine aynı yerde ayaklarımın dibine boylu boyunca serilmesiyle donakaldım. Ama bu sefer birilerinin kendisiyle dalga geçtiğini düşünen ve bu yüzden öfkelenen bendim.
Yerdeki cesedi gösterirken, “Bu ağacı dün kestin!” diye bağırdım ağabeyime doğru. “Hatta bir önceki gün de,”
Bana baktı, şapkasını alnından geriye itti ve ağzındaki sigarayı dişlerinin arasında sağlama alarak şaşkın bir, “Ne?” dedi.
Derin bir iç çektim. Bugünün paazartesi olmasını dilerken, arkamdan seslenen ağabeyimi bırakıp eve döndüm.
“Gel! Birlikte bir çay içelim. Henüz ayılamamışsın gibi.”
Hayır! Ayılmıştım. Ve eve girmeden hemen önce, var gücümle bağırdığım ağabeyime bunu ne kadar söylesem de, o kendi tezinin doğru olduğu konusunda ısrarcı davranacaktı. Ne yazık ki eve girdiğimde de umduğumu bulamadım. Radyoda, takvimdevve listemde pazartesiden hiç bir iz yoktu. Kanepeye yığılır gibi oturduğumda, umutsuzca ne yapacağımı düşünüyordum. Tıpkı şimdi, normalde bir sonraki gün olması gereken, fakat benim üçüncü tekrarımı yaşadığım bu günde, ağabeyimin verandasında oturmuş, düşünmem gibi. Olaylar en başından beri aynen böyle gelişti işte. Ve benim aklıma gelen tek şey, bir süre sonra tekrarın çıldırtıcı illuzyonundan aklımı koruyabilmek için kendime yazacağım delil niteliğindeki mektuptu. İçtiğim çayın birkaç damlasıyla lekelenen kağıt önümde, aklım bambaşka yerlerde dalıp gitmişim tabii. Tepeme dikilmiş ağabeyimin mektubumu okumasıyla silkelendim.
“Duyduklarına inanma,gördüklerinin ise yalnızca yarısına inan.”
Bana baktı ve, “Ne o?” diye sordu gülerek. “Edgar Allan Poe mi okumaya başladın? Yoksa yine ağacı dün kestiğimi mi iddaa edeceksin?”
Sessiz kaldım. Ancak bu sefer kendi altlığına değil, benim henüz bitirmediğim çayıma külünü boşallttığını görmemle gergin sinirlerimin son kayışı da kopuverdi.
“Ne yapıyorsun sen?!”
“Bitirdin sanmıştım,”
“Görmüyor musun, daha yarısına bile gelmedim!”
“Tamam Bengi,” dedi ağabeyim umursamazca. “Başka bardağa koyarız, abartma.”
Farkında olmadan sandalyemden kalktım. “Abartmıyorum!”
“”Abartıyorsun, hem sanki çaya bayılırsın da.”
“Ne diye üç gündür beni çaya davet ediyorsun o zaman?!”
Ağabeyim artık sıkılmış gibi görünüyordu.
“Bengi ne üç gününden bahsediyorsun? Seni bu sabah ilk kez davet ettim. Hem boşver çayı, soğuk bir meyve suyu koyayım ben sana. Belli ki güneş geçmiş senin başına.”
“Koyma,” dedim sertçe. Masadaki mektubumu hışımla çekip aldığım sırada evden çıkan ve yine niye tartıştığımızı hayıflanarak soran yengemle burun buruna geldim.Ne söyleyeceğini bildiğimden, “Evet yenge,” dedim. “Evet, biz iki dakika olsun kardeş kardeş oturamıyoruz. Ve biliyorum, düşüncelerini okuduğumu düşünüyorsun.Çünkü siz İnanmısanız da, ben aynı günü üçüncü kez yaşıyorum!”
Kucağında kutu, şaşkınlıktan gözlerini kırpıştıran yengemin yanından geçip gittim.
Fakat bir dakika… Az evvel bir kutu mu dedim? Hızla geri döndüğümde, diğer günlerden farklı olarak beliriveren bu kutuyu, kutsal bir iletiye bakar gibi inceledim. Ne olduğunu sorduğumda yengem bana açıkladı.
“Arka bahçeye diktiğim fidanı gördün mü? Birkaç gündür musallat olan kuşlardan korumak için etrafına küçük bir çit örüp üzerine ağ gereceğim.”
Yengem konuşmaya devam ederken benjm düşündüğüm şey, bunların durmadan tekrarını yaşadığım aynı gün ile ne ilgisi olduğuydu. Ancak çok geçmeden öğrenecektim. O anda, bir çığlık kopartarak, fidanınınn üzerine üşüşmüş kuşlara doğru atılan yengem, farkında olmadan bana büyük bir ipucu vermişti. Kuşlar ürktü ve kanatlarını birbirlerine vurarak havalanırlarken birinin, diğerlerinin aksine yükselemediğini fark ettim. O, diğerlerinin uçtuğu yere seke seke gidiyordu çünkü kanadının biri yoktu.
Ne dur, dedim yengeme ne de kuşu alıp diğerlerinin konduğu yere götürdüm. Çünkü arkama döndüğümde gördüm ki, zaten diğerleri de devrilen ağaçtan geliyorlardı. Yeni yuva arayışları, yaprakları didiklenmiş fidanının başında sızlanıp duran yengem yüzünden hüsranla sonuçlanmıştı. O gün ve diğer tüm o günlerde yalnızca seyirci kaldığımı fark ettim buolayda, kuşlar da benim gibi sıkışmışlığın içindeler miydi? Muhtemelen. Fakat hem kendim hem de onlar için, yengemi orada bırakıp evime dönerken artık bu olanların seyircisi değil senaristi olma kararını verdim.
Ve dördüncü gün oldu. Tan yeri ağarmadan
uyanıp apar topar indim bahçeye. Bir cebimde dün yazdığım mektup, bir cebimde elim, vardım sapasağlam yükselen ağacın altına iliştim. Onun dalları griden maviye evrilen gökyüzüne uzanırken, gölgesi beni saracak bir kucak gibi yerdeydi. Ne olursa olsun, bu ağaç bugün kesilmeyecekti. Çünkü, tepemdeki dalda güneşin doğuşunu kutlayan kuşların bana tembihlediği aynen böyleydi. Başımı kaldırıp onlara baktım. Dört kuştan birisi dün gördüğüm o tek kanadı olmayan idi. Muhtemelen ağabeyim ağacı kesene değin, o güzel ve bereketli evini bırakıp yere inmesi de hiç gerekmemişti.
“Bu saatte seni buraya ne attı?”
Bakışlarım kuşlardan, bahçeye inen ağabeyime kaydı. “Kuşlar,” dedim.
“Kuşlar mı?” diye sordu elinde şıngırdattığı anahtarla depoya ilerlerken.
“Evet,” dedim. “Ağacı kesmemeni öneririm.”
Elektrikli testeresi ile geri dönerken, dişleri arasına sıkıştırdığı sigarasını düşürmemeye çalışarak,”Bunu dün konuşmuştuk,” dedi.
Hayır demek, diğer günler yaptığım gibi bağırmak ve öyle olmasa bile kaçırmaktan müthiş korktuğum aklımın haklı isyanını ağabeyimden çıkartmak çok istedim ama yapmaadım. Yalnızca, “Evet,” dedim.
“Evet, dün konuşmuştuk ama bence kestiğine değmeyecek. Hem sırf balkonuna değiyor, yerleri tozlatıyor, içeriye börtü böcek giriyor diye bunu yapamazsın. Bir ağacı kesme hakkı senin değil, vakti geldiğinde o da zaten bir gün herkes gibi canını verir.”
Beni katiyen dinlemeyen ağabeyim, motorunu kontrol etmek için testereyi çalıştırmaya çoktan başlamıştı bile. Sözlerim,gürültüsüyle dört bir yana dağıldı. Tuzla buz oldu. Vaktimin, daralmış alanında gezinen ruhumun ayaklarına batmışlardı ve artık odtalık kan gölünden farksızdı.
“Bak,” dedim kalan son ümidimle. Sesimin yüksekliğinden afalladı ve parmağımla gösterdiğim yere, yukarıya baktı.
“Bir sürü kuş var. Yuva yapmışlar.”
“Her ağaçta kuş vardır Bengi,” dedi ağabeyim yılgın yılgın. “Sesi duyunca kaçıp giderler.”
“O gidemez!” dedim ısrarla. “Yalnızca bir tane kanadı var.”
Ağabeyim yeniden yukarı baktı. Gözleri kısıldı. Dallar arasındaki kuşu görebilmek için biraz oyalandı. Ve ben… Hissettim. O an bahçeyi saran sessizliğin, durağanlaşan havanın ve yaprağını bile kıpırdatmadan adeta ölü taklidi yapan ağacın; bizi izleyen gözlerinin varlığını hissettim. Kavukların içinden, gölgelerin gerisinden çalıların ardından ve taşların altından yükselip bana ulaşan fısıltıyı dinledim. Esen yelden, o yelin kalbime
yapışmış korkuyu alıp gidişinden bihaber ağabeyim, hâlâ yukarı bakarken, elindeki testereyi almak için üzerine atıldım. Gözü karalığın büyüleyici etkisi altinda mıydım? Bilmiyorum. Ancak ağabeyim epey bir şaşırdı. Ağzından düşen sigarasını refleksif olarak tutmajk isteyen eli, benim testereyi çekiştiren elimin sonunu getirdi.”Dur!” demeye bile fırsatın kalmadığı o andan anımsadığım şeyler, döner dişlerin kanımla ıslanan metali, ağabeyimin beni kurtarmak için sertçe itişi ve düşmeden hemen önce, sanki beni tutmak için yırtınırcasına cırpınan kanatların telaşlı sesiydi…
Gözümü, pazartesi günü şehir hastanesinde açmışım. Brakial arterimi yiyen dişler, bana sargılar içinde bir kol armağan etmişler. Ancak hastaneden çıkıp da yeniden, kökleri yerde, gövdesi yerinde ve dalları gökyüzünde kesilmediğini gördüğüm o ağacın olduğu bahçeye girdiğinde; yaşadığım günlerin ne anlatmak istediğini gözlerimle gördüm. Başımı kaldırıp yukarı baktım ve alnıma düşüp aşağı kayan damlayı sildim. Üzerimdeki dalda seke seke ilerleyen kuş, onun da üzerinde gezinen bir top yağmur bulutu vardı. Başımıza geçebilecek bir güneş yoktu bugün. Yalnızca başımıza gelebilecek sıradışı olaylar ve iyiden iyiye bastıran yağmur vardı. Eve girmeden hemen önce, dilediğince uçabilsin diye, cebimdeki mektupla kuşa, tek elimle becerebildiğimce bir çift yeni kanat yaptım. İşte, şimdiye değin birine verdiğjm en kıymetli armağanım. Yaşadıklarımı ise, uzun bir süre hiç kimseye anlatmadım. Çünkü işin sonunda inanmayacaklarını anladım. Zaten, şu günlerde inanmak, pek bir demode ve önemsiz.
Peki, sözlerimin en başında da dediğim gibi, bütün bu anlattıklarımı görmeden, yalnızca benden dinleyen siz, duyduklarınıza sahiden de inanabilecek misiniz?