Kafasını koltuğun arkasındaki duvara dayayarak tam karşısındaki saate bakıyordu. Saat 11: 45’i gösteriyordu. Yelkovanın 15 dakikalık yolculuğundan sonra; kalkacak ve yemekhaneye gidecekti. Şu sıralar herhangi bir noktada bakışının kısa bir süre bile sabitlenmesi; kendisini sihirli bir halıya binmişçesine oradan oraya düşünce rüzgârlarında savuruyordu. Aklına bir yerlerde okuduğu direnişle ilgili bir cümle geldi: “Direniş, büyük laflarla değil, ufak eylemlerle başlar. Kendinize sorduğunuz bir sorudur direnişi başlatan. Ardından o soruyu bir başkasına sorarsınız.” Neden ‘şu an’, neden ‘bu cümle’ bilmiyordu. Fakat şu an bu cümlenin iç dünyasında oluşturduğu hazla yüzün de bir gülümseme yayıldı. Belki iş yerinde uğradığı haksızlıklara yeteri kadar tepki veremediği düşüncesinin, içinde oluşturabileceği tahribatlara bir engeldi; bu cümlenin şu an aklına gelişi. Çok büyük cümleler kurarak tepki vermesine gerek yoktu. Yelkovanın harekete geçerek birkaç dakika ilerlediğini fark etmesiyle; büyülü halı birden kendisini, bugün ayın 13’ü olduğu gerçeğinin yanına bırakıverdi. Daha iki gün vardı maaş için. Bu iki günün olması; kızının kurs, oğlunun ise etüt parasının ödenmesi gerektiği gerçeği yanında hiçbir şey ifade etmiyordu. Neyse ki ek hesabı vardı. Kendi kendine “Bu da geçer yahu!” dedi. Zorlu durumlarda, dilediği olmadığında, maddi olarak kendisini sıkışmış hissettiğinde, sevdikleriyle hoş olmayan konuşmalar geçirdiğinde; gelen cümleler peş peşe aklına hücum etmeye başladı. En sevdiklerinden biri “Olanda bir, olmayanda bin hayır vardır.” cümlesiydi. Her ne kadar olmayan dileklerinin -eğer olsaydı nasıl olurdu şu günlerce aklını kurcalasa da olsaydı nasıl hayırsızlıklara sebebiyet vereceğine de çok şahit olmuşluğu vardı.
Boynu koltuğun en üst kısmında; bir bölümü boşlukta olduğundan dolayı ağrıması münasebetiyle; koltuk üzerinde biraz daha dikildi. Boynunu sağa sola çevirdikten sonra,duvarda bulunan saate tekrar baktı. Henüz öğlen arasına girmediklerini fark etti. Bacak bacak üstüne atarak kafasını bu sefer duvara yasladı. Gözlerini kapadı. Mahallesinin sokaklarında ilk BMX marka bisikletiyle dolaşıyordu. Evinden birkaç kilometre uzakta, dik bir yokuşu olan yolu bisikletiyle hevesle tırmanıyordu. Yokuşun sonuna geldiğinde biraz soluklanarak alnındaki teri silip, bisikletini çevirerek; yokuş aşağı salınımından duyacağı özgürlük duygusunun, karnında oluşturduğu karıncalanmayı umursamadan yokuş aşağı pedallamaya başladı. Birkaç pedaldan sonra çevirmeyi bıraktı, rüzgârın suratına temasını hissediyormuşçasına birden gözlerini açtı. Gördükleri o kadar gerçekçi gelmişti ki rüzgârın yanaklarında bıraktığı hafif serinlik hissini bile duyumsayabiliyordu. Ellerini yanaklarına götürerek kontrol etti, oradan gözlerine uğradı ve hafifçe onları ovuşturarak önünde oluşan flu tabakayı kaldırdı.
Etrafına boş boş bakınırken çocukluğunda yaşadığı bir başka bisiklet anısı olan; mezarlıkta arkadaşlarıyla gezintiye çıkması hatırına geldi. Kendilerince korkusuzluğun en önemli göstergelerinden biriydi, hele bir de hava karardıktan sonra… “Sabaha kadar mezarlıkta kalabilir misin?” iddiaları; kimsenin kalamaması… Mezarlık yolundan diğer mahalle çocuklarıyla maç yapmaya gitmeler… Saklambaç oynarken hoşlandığın kızla aynı yere saklanabilmek için diğer çocuklarla; kıza hissettirmeden çekişmeler… Saklambaç ezan vaktine gelmiş ise camiye giden cemaatmişçesine, onlarla birlikte giderek sobelemeler… Gazoz kapağı toplamak için yolun ortasına çıkarak; asfalttan gazoz kapağı çıkarmalar… O zaman bile üzeri asfaltla kaplı gazoz kapağının markası okunmadığından dolayı diğer çocukları; değeri daha yüksek bir kapak diye kandırabilmek için çektiği eziyet ve tehlikeleri düşününce yüzüne bir gülümseme geldi. Acaba insanoğlunun bu yalan söylemeleri, kandırmaya çalışmaları, böyle basit, çocuksu yalanlarla başlayıp; üzerine koyarak, daha iç içe geçerek, karmaşıklaşmış yalanlara evirilerek; yalan söylenen kişilerin bu yalanı fark etmesi ya da hissetmesiyle içindeki yıkımın enkazı; bu çocukluk zamanında söylenen beyaz yalanlar üzerinde yükselerek mi bugünlere geliyordu?
“Ay yine başladım bir cümleden bin düşünce üretmeye” dedi kendi kendine. Gün içinde on beş dakika dahi gözlerini kapatarak dinlenmeyi beceremiyordu. Allahtan gece böyle değildi. Geceleri uyuma niyetiyle yatağa girdiğinde, içinin geçmesi en fazla on dakikasını alıyordu. Fakat gündüzleri; özellikle kendiyle baş başa kaldığı zamanlarda çevresinde gördüğü her şey bir kapıydı sanki kendisi için. Her nesne, her insan; birbirlerine, geçmişine, geleceğine, tüm sanat, fikir ve bilim dallarına açılan kapılardı. Kapılardan herhangi birinden geçtiğinde ise farklı bambaşka kapılar…
Saate baktığında yelkovanın on beş dakikalık turunu tamamlamasına birkaç dakika kaldığını gördü. Gözünü kapatarak ya da herhangi bir sabit noktaya bakarak başka âlemlere kapılmak istemedi. Bu şekilde peşi sıra gelen düşünce akışlarından bazılarını, kimi vakitler çevresindekilerle paylaştığı anlar geldi aklına. Anlattıklarından çoğunlukla pek bir şey anlamayan gözlerden, anlatırken kendi ruh hâlinin karşı tarafta bir yansıması olmadığını anlıyordu. Sırf kendi hissiyatının derinliğini ya da özünü onlarda da görebilmek için ne kadar çok kelime sarf ettiğini düşündü. Ne kadar bu durumun farkında da olsa, kendini daha iyi ifade edebilmek adına, asla bu özelliğini törpülemeye çabalamadığını… Kelimelerden vazgeçerse, daha fazla sükût ederse; hayal âleminin de daralacağından korkuyordu. Bu daralma yaşanırsa kendisine en ağır gelen benzetme olan “sıradanlık” sarmalına gireceği korkusundandı bu cümle ve konuşma uzunluklarının sebebi.
Sonra birden “Acaba sebep bu mu?” diye tekrar kendisine sordu. Sırf kendini beğenmişlikten “Ben sıradan değilim, farklıyı gösterme çabasının bir ürünü olamaz mıydı?” diye düşündü. Peki, böyleyse bu ne zamandır böyleydi? Hangi olay ya da olaylar zinciri buna sebep olmuştu. Bu konuyu daha derinlemesine ele almak için masa üzerindeki not defterini ve kalemi eline alarak “Uzun cümlelerle çok konuşmamın temelinde yatan sebepler nelerdir?” yazdı. Defterini masa üzerine koyduğunda saatin 12.05 olduğunu fark etti.
Montunu üzerine giyerken hâlâ aklı not aldığı konu üzerindeydi. Kendi özü ile alakalı önemi haiz bu konuyla; bunca zaman içinde açılan binlerce kapıdan birinde nasıl karşılaşmadığını düşünürken; yavaş adımlarla kapıdan çıktı.