Bu, karımı terk ettiğim sabah. Evden çıkmadan önce yatak odasının kapısını ardına kadar açık baktım. Uyumuyordu ama beni duyduğu halde yerinden kıpırdamayacağından emindim. Bu yüzden kapıyı çekingence aralamak yerine ardına kadar açtım. Kapı çarptı. Uyuyordu. Uyuyor numarası yapmaya devam ediyordu. Bunu çok iyi yapar. Bir keresinde babam “Defolu karıyı kakaladılar sana!” demişti, alzaymırdı. Umursamamıştım.
Bu sabah karımı terk ediyorum. Buse anaokuluna bu sabah başlamıştı. Okula sabah gidilir, gerçi bunu herkes biliyordur ama yine de bilmeyen varsa diye söyledim. Buse okula başladığında sabah altıydı. O altıda uyanmıştı fakat biz okula ancak saat sekizde varmıştık. Yani okula başladığında aslında saat sekizmiş. Demek ki kızım okula saat sekizde başlamış. İnsan her gün yeni bir şey öğreniyor.
Kendimi İspark’ın önünden yokuş yukarı vuruyorum. Bahariye’ye doğru çıkıyorum. Poşetim neredeydi benim? Önce sağ bacağımı sonra sol bacağımı ileri atıyorum. Bu şekilde ilerleyebiliyorum. Buna yürümek deniyor. Dizlerimi kıvırırsam daha rahat oluyor bu söylediğim. Sağ cebimde miydi hayat ağacı sol mu? Eskiden sağ cebime koyardım. Söylediğim şeyin doğruluğundan emin olamıyorum. Gülmeme neden oluyor, kendimi durduramıyorum. Neyse ki etrafta kimse yok. Henüz sabah yeni olmuş. Karımı dövmekten vazgeçiyorum, şimdilik. “Bu sabah dövmeyeceğim seni.” diyorum. İşin aslı karımı hiç dövmedim. Belki sadece hayallerimde dövmüşümdür. Bayır çok dik. Gözümde büyüyor. Kendimi tırnaklarından başka bir alet edevatı olmayan deli dağcılar gibi hissediyorum. Ağır aksak, alaşağı ediyorum bayırı. Yanımdan bir low rider geçiyor. Mor renkte. Son ses Snoop Dogg ve Dre çalıyor; Still Dre. Hâlâ bu şarkıyı dinleyenlerin olmasına şaşırıyorum. Dre “Guess who’s back?” diye soruyor. Benim hiçbir yere dönmediğim kesin.
Bu sabah kızımı okula bıraktım. Neredeydi benim poşetim? Ayakkabımı çıkarıp vücudumla aynı eksende yukarı doğru fırlatıyorum. Ayakkabımı çıkarıp yere vurarak da içini kontrol edebilirdim ama yapmadım. Hayır, bunu fazla Doğulu bulduğum için değil. Oryantalist olarak adlandırılmayı kendime yediremem, sadece bir tarafı zedelenir diye korktuğumdan havaya fırlatmak gözüme daha cazip göründü. Bu sabah gözüme birçok şey görünüyor. Görünenlerin hepsi cazip değil. Ayakkabım yerçekimine mağlup olup geri gelirken telaşlanıp kaçıyorum, kafama düşmüyor ayakkabı, düşme açısını başarıyla hesapladığım için gururlanıyorum. “Aman Zafer’im baban da mı matematikçiydi senin?” My block, klibinin açılış planı aklıma geliyor. İyi ki bizim mahallelerde Amerika’daki gibi çocukların ayakkabılarının asıldığı ipler yok. Ülkem bu klasmandan kaptığı bir, rakamla bir, rakamla artı bir puanı hanesine yazdırarak küçük Amerika olmaktan kurtuluyor. Seviniyorum. Poşet ayakkabımın içinden çıkıyor çünkü. İyi yere saklamışım. Gülüyorum. Bu, mutlu olduğumu vücut dilimle diğer canlılara göstermek anlamına geliyor. Zafer abiniz bu sabah birkaç nefes daha çekebilecek. Huuuuuuuup. Bir nefis nefes çekiyorum. Elim yapış yapış oluyor poşet yüzünden. Bayır dümdüz oluveriyor. Nasıl güzel bir şey bu bayır!
Bu sabah erkenden mezarlığa gittim. Kızımı gömmek için hepimiz orada buluştuk. Ama ben asıl kayınpederimi merak ediyordum. Çünkü herif alzaymır mıydı neydi. Okuldan alıyorum kızımı, henüz sabah yeni olmuş. Öğretmenlerine “İşimiz acil,” diyorum. “Herkes bizi bekliyor bir koşu gidip kızımı gömeceğim.” Anlayış gösterip izin veriyorlar. Mezarlıkta kayınpederimle karşılaşıyorum. Belki babamı görürüm umuduyla gitmiştim ama babalar ölünce oğullarını çabuk unutuyor. Yanımdan mor renkli bir low rider zıplaya zıplaya geçiyor. Bu şarkıyı hâlâ dinleyen kaldı mı? Kızımı güzelce gömüyorum. İmam talkımı yanlışlıkla bana veriyor. Uyanınca annemin ayağının altına çarpıyor başım. Huuuuup. Bana para lazım, karımı dövmeyi bu sabah es geçiyorum. “Sakalların uzamış.” diyor. Elimle kontrol ediyorum çünkü bu kadının hiçbir lafına inanamıyorum artık. Gerçekten de uzamış. Bu sabah tıraş olmuştum gayet net hatırlıyorum. Sakallarımın bu kadar çabuk uzamış olmasına mı karımın doğru söylemiş olmasına mı şaşırdığıma karar veremeyişime çok şaşırıyorum. Kayınpederimin elini öpüyorum. “Kızı sen öldürdün!” diyor.
Kadıköy Anadolu Lisesi’nin önünden geçerken çocuklardan bir lira istiyorum, veriyorlar. Hepsi çok efendi çocuklar. Hepsi birer lira verince on liram oluyor. Hele bir nalbur açılsın da kahvaltımı alırım. Avucuma yazdığım yapılacaklar listemi kontrol ediyorum; bu sabah tertemiz giyindim, karımı dövmedim, kayınpederimi dövmeye gidiyorum. Artık sabahlar gece gibi oluyor. Uyku bastırıyor, birazcık kestirmek istiyorum. Gözlerim apartman kapılarını ittire kaktıra açmaya çalışıyor. Aralık kalmış bir kapı buluyorum. Ortalıkta kimse yok, henüz sabahın körü. Gözlerim dinlensin biraz diyorum, sonra da bizim kızı okuldan alırım. Merdivenleri çıkıyorum. İlk kata yatarsam giren çıkan rahatsız olur biliyorum, ikinci kat iyi. İçeri girer girmez güneş çıkıyor. Bembeyaz. Beyaz güneş mi olurmuş? Oluyormuş demek ki olmuş. Benim ki de laf mı şimdi? Çişim geliyor, asansöre işersem kimse benim işediğimi anlamaz. Asansörün ışığı yanmıyor. Düğmeyi zar zor buluyorum. Basıyorum ama asansör gelmiyor. Tekrar basıyorum, tekrar basıyorum, tekrar. Biraz bekliyorum, artık gelmiştir deyip bir iki adım atıyorum. Birisi paldır küldür aşağı düşüyor. Birden karnımdan bir sıcaklık yayılıyor, ısınıyorum. “İyi iyi,” diyorum “Asansör sıcakmış.” Yattığım yerde bir nefes çekiyorum poşetten. Huuuuuuup! Ohhhhhhhhh. Burada kimse beni göremez hem de sıcak diyorum. Aleti çıkarıp yukarı doğru işiyorum. Sıcak bir yağmur yağıyor üzerime. Küresel ısınma her şeyi mahvetti, bilim adamlarını gayet iyi anlıyorum. Birazdan karımı işten alıp kızımı okula bırakacağım. Beş dakikalığına kestirmek istiyorum. Dedem kulağımı avucunun arasına almış, en sevdiğim şarkıyı üç kez söylüyor; “And can’t nobody change this. It’s 1994 and we up against the same shit, I never understood why, I could never see a man cry, ’til I seen a man die.”