Bir Tiyatro Oyunu
Yönetmen: Hayat Memat
Oyuncular: Sen, ben, o
İki perde, birkaç sahne…
Perde açılır.
Hastanedeyiz. Bir doktor odası… Ben doktor rolündeyim, sen hasta… Ben sana reçete
yazıyorum. Sen uysal bir hastasın. İlaçlarını içiyorsun, her dediğimi yapıyorsun, ama hastalık
geçmiyor, ilerliyor.
Ben öleceğini biliyorum. O da biliyor. Fakat ikimiz de bilmiyor gibi yapıyoruz. Ayağa
kalkıyor, bir sigara yakıyor. “Zararlı!” diyecek oluyorum, daha önce yüzlerce kere demiştim,
vazgeçiyorum. Son sigaralarından biri olabilir. Boş paketi avucunda buruşturup tablaya
bırakıyor. Pencerenin önüne gidiyor. Pencere açık. Dumanı ciğerlerine çekip bekliyor,
bahçede yeni yeni çiçeklenen erguvan ağaçlarına bakarak yavaş yavaş bırakıyor. Dumanlar
gökyüzüne dağılıp kayboluyor. “En sevdiğim aylar,” diyor. “Petunyaları da çok severim.”
Hafta sonu meyhaneye gideceğiz, sözleşiyoruz…
Işıklar yavaş yavaş kararırken kalkıp sırtını sıvazlıyorum. Kapıya kadar birlikte
yürüyoruz. Kapıyı açıyorum, çıkıyor, bütün ışıklar sönüyor. Arkasından karanlığa doğru
bakıyorum: “Işıklarda uyusun” derler ya, orada hiç ışık yok, zifiri karanlık…
Görevliler sessiz adımlarla sahneyi değiştiriyor. Masa gidiyor, dosyalar, kalemler,
reçete kâğıtları, duvarlardaki diplomalar, sertifikalar, katıldığı kongreler ve diğer ıvır zıvır…
Pencereler ve erguvan resimleri de gidiyor. İhtiyaç kalmamış. Yerlerine sedyeler geliyor.
Monitörler, aspiratör, bir sürü elektronik cihaz… Ortadaki sedyenin sağında solunum cihazı…
Canlandırma odası, kararsız ölülerin vakit geçirdikleri gri oda…
O sırada ben kulisteyim. İçerde başka doktorlar, hemşireler; maskelerini takmış,
kendilerine biçilen rolleri oynuyorlar.
Sen ortadaki sedyede yatıyorsun. Yönetmen, “Ölü gibi yat,” demiş. Ölü gibi…
Solunum cihazı ciğerlerini şişiriyor. Bir doktor cihazın ayarlarını değiştiriyor, hemşireler seruma ilaçlar ekliyor. Monitör alarm veriyor. Herkes endişeyle monitöre bakıyor. Ekranda kalp atışların gözüküyor; kararsız, belli belirsiz, durdu duracak… Sen içinden, “Bunlar benim doktorum değil,” diyorsun, duymuyorlar. Onlar da rollerini ezberlemişler. Yanlışsız oynuyorlar.
Monitörde karmakarışık çizgiler… Defibrilatör geliyor. Herkes bir adım geri çekiliyor. “İki yüz,” diyor doktor, alet iki yüzle çakıyor, sen yattığın yerde sıçrıyorsun. Canın yanıyor. Yandığını sadece ben biliyorum. O doktor kalbine odaklanmış, “İki yüz elli,” diyor. “Çat!” diye bir ses çıkıyor. Seyirciler şaşkın ve gergin, elektrik çarpmış gibi zıplıyorlar.
Doktor üzgün ve çaresiz, kaşıkları bırakıyor. Sen kendini çoktan bırakmışsın. Monitörde düz
bir çizgi… Her şey önceden ayarlanmış, “Hep böyle olur!” diye… Düz çizgiyi görünce herkes
anlıyor hastanın “EX” olduğunu. Sen ölü gibi yatıyorsun. Ölü gibi…
“Ex” ölümdür. Vefat derler, kayıp, göçmek veya ayrılmak anlamına… Kimse onu
kendi adıyla anmak istemez.
Hava giderek ağırlaşır, sahneden aşağıya akar, seyircilerin arasında dolaşır. Ölümün
nefesi soğuk ve ıslaktır. Salona bir ürperti yayılır. Hemşire solunum cihazını kapatır,
doktorlar eldivenlerini, maskelerini çıkarıp atarlar. İçlerindeki kederi ve bir hastayı
kaybetmenin acısını atacak yer bulamazlar. Tıbbi atık kutusu ağzına kadar dolmuştur.
Oda boşalırken hastanın kendi doktoru koşarak gelir, sahneye girer. Bu rolü ben
oynuyorum. Hem doktoruyum hem arkadaşı… Cesedin yanına doğru tereddütlü adımlarla
yürür, dokunmak ister gibi elini uzatır, bitik ve donuk, öylece kalakalır. Geç kalmıştır. Işıklar
tekrar söner, Perde kapanır.
Fuaye şenliklidir.
Bir sürü figüran… Bazıları köşe yazarı rolündedir. Eleştiriler çerez tabaklarından
başlar, çalışmayan aspiratörle devam eder. Birisi “Çok erken bir ölüm,” der. Öbürü bir kitapta
okumuştur: Ölmenin zamanı ne zamandır? Biri “Sonbahar,” der, kıh kıh güler. “Kışın ölmek
istemem,” der diğeri, “Toprak soğuk olur.”
Ünlü bir eleştirmen “Mirim,” diye başlar, metafor konusuna girer.
Cevapsız sorular dolaşır etrafta…
Doktorlar ve hemşireler suareye kadar dinleneceklerdir. Bir sonraki perdeyi (cenazeyi)
beklemeden ayrılırlar.
İkinci perdede sahne tekrar değişir. Ortadaki masanın üstüne bir tabut konmuştur.
Masa, musalla taşı rolündedir. Tabuttaki de muhtemelen ilk perdede gördüğümüz hastadır.
Daha doğrusu öyle olması isteniyor. Aslında tabut boştur (Sen kuliste bekliyorsun). Tabutlar
genelde boş gelirler sahneye. Gelirken ve giderken kolay taşınsın diye… Sonra imam rolündeki cübbeli çıkar ortaya, niyet edilir, birinci tekbir, eller bağlanır… Figüranlar saf tutmuşlar; omuzlar hizada, kulaklar ve gözler imamda, dudaklar belli belirsiz kımıldamakta, dördüncü tekbir, başlar önce sağa, sonra sola, rollerini oynuyorlar.
İmam ölüme anlamlar yüklüyor.
Herkes hakkını helal ediyor, hepsi merhumu “iyi” biliyor. “İyi insandı,” diyorlar.
Namaz bitiyor. Bilmem ne derneğinin kartpostal satıcıları sahneden çıkıyor, vakıflar makbuz
kesiyor, çıplak ayaklı çocuklar Allah rızası dileniyor…
Kimlerin tabutu kaldıracağı, sonra kimin arkasında kimin olacağı, kimlerin daha çok
ağlayacağı, kimin kazanıp kimlerin kaybettiği, hepsi belli. Senaryoda tek tek yazılmış: Hangi
kapıdan çıkılacağı, nereye gidileceği…
Bırak rollerini oynasınlar. Sen ölmüşsün gibi yapıyorlar, her şey rol icabı!
Figüranlar, “Öldü,” diyorlar, Ex! Rahmet diliyorlar.
Bu rol sana hiç uymuyor. Sen benim yanımda durmalıydın. Birlikte meyhaneye
gidecektik. Hayatla dalga geçecektik. Meşgulsen, vaktin yoksa gelecek hafta da olurdu. Ya da
oturup kahve içerdik. Söz vermiştin, gelecektin. En sevdiğin mevsimdi, mevsim geçmeden
gidiyorsun.
Sahnenin kuytusuna saklanıyorum. Tabutu görmeyeceğim bir köşeye… Tiyatro bu, bir
oyun; tabut boş değilse de başka bir şey vardır içinde; taşıyanların omuzları düşsün diye hafif
bir ağırlık… Bu sahnede sen yoksun, seni tutup da o tabuta koyamam…
O tabutun altına giremem.
Oyun bitiyor.
Bütün güzel anılarımız içimde, yüreğimde ve ciğerlerimde sahneden çıkıyorum.
Doktor gömleğini çıkarıp dost gömleğini giyiyorum. Kuliste beni bekliyordur. Bir sigara daha
içsin istiyorum. Dumanı gökyüzüne üfleyip ölüme meydan okusun. Haziranın bütün çiçekleri
yeniden açsın.
Nereye gittiğimi bilmeden yürüyorum. Koridorlar bomboş. Herkes tabutun arkasından
gitmiş. Önüme bir duvar çıkıyor. Arkamda biri varmış gibi hissediyorum. Dönüp de
bakamıyorum. Duvarda dar bir kapı, arkamda ölüm! Kapıyı açarken ölüme “Git!” diyorum,
“Burada işin kalmadı!”
Küçük, karanlık bir odaya giriyorum. Ölüm peşimden geliyor, kapıyı kapatıyor. İçerideki bütün havayı emiyor.
Ölüm etrafımda dönüp duruyor, başımı döndürüyor. “Ölümden kaçılmaz,” diyor.
Ölümü öldürmek istiyorum. Bir “bahar ülkesi” ise kendisi gitsin ölüme… “Senaryoda yok,” deyip pis pis sırıtıyor. Olmadığını ben de biliyorum. Kafam alabildiğine karışık… Yönetmen “Kafanız karışırsa öyle yaparsınız, “ demişti; doğaçlama yapıyorum. Hayal mi gerçek mi bilemiyorum.
Oda soğuktu, yapış yapıştı. Beni itip duvara sıkıştırmış vurup duruyor, bütün acılarım
kan olmuş akıyordu. İstese beni çoktan öldürürdü. İşkence etmeyi tercih etmişti: “En iyi
dostunu kurtaramadın!”
Kurtaramamıştım. Orada bile değildim. Yanında olmak isterdim. Elini tutmalıydım,
bir umut vermeliydim. “Bütün bunlar bir hayal” demeliydim. Fakat gerçekti. Kafamı
duvarlara vuruyorum. El yordamıyla bir çıkış arıyor, bulamıyorum. Geçmiş mevsimlere
dönmek istiyor, dönemiyorum. Rol yapamıyorum. Senaryoyu yırtıp atıyorum. Beni oyundan
atacaklar.
Atsınlar, yaşamdan aldığım her yudum canımı yakıyor. Rol yapmak yalan söylemek
gibi, o tabutun ardından gidemem.
Aklımda erguvan ağaçları ve petunyalar varken sen ölmüşsün gibi yapamam.
İlk Yıldız basmamla birlikte elim kaydı..Beş Yıldız olarak düzeltiyorum..