“Her şeyin içinde biraz zıttı vardır. Işık, karanlıktan doğar; karanlık, ışığı özler.”
•Eski bir Doğu öğüdü
Fin topraklarının sisli sabahlarında doğan bir sır o: Salmiak. Ne tamamen beyaz ne de katıksız
siyah… Her tüyünde bir çelişki, her bakışında bir denge gizli. Sanki doğa, karanlıkla aydınlık
arasındaki gri bir çizgiyi bedenleştirmiş; hem geceyi hem gündüzü aynı kalpte toplamış.
Salmiak’a dokunduğunuzda yalnızca bir kediye değil, evrenin kadim yasasına dokunursunuz.
Yin ve Yang gibi… Siyah içinde beyazı, beyaz içinde siyahı saklar. Her kusursuzluğun içinde
bir çatlak, her çatlaktan sızan ışığın ardında bir gölge barındırır. Salmiak’ın tüyleri, doğanın
bize sessizce fısıldadığı bu dengeyi taşır.
İnsan da böyledir. Ne tamamen iyi olabilir ne de yalnızca kötü. Bazen bir tebessümde
kıskançlık saklıdır; bazen bir öfke patlamasının ardında sevgiden doğan bir kırılganlık… Her
karar bir zıtlıkla sınanır, her duygunun içinde onun karşıtı usulca yer edinir. Salmiak, bu içsel
çatışmanın canlı bir metaforudur.
Toplum ise çoğu zaman siyah ve beyazı birbirinden ayırmaya çalışır. İyiyi yüceltir, kötüyü
yok sayar. Oysa gerçek yaşam, bu iki kutbun arasında kalan sonsuz tonlarda akar. Tıpkı
Salmiak’ın kürkündeki geçişler gibi: net değil ama derin, belirgin değil ama sahici.
Peki ya biz? Biz bu geçişlere ne kadar alan tanıyoruz? İçimizdeki iyiliği büyütmek uğruna
kötülüğümüzü ne kadar bastırıyoruz? Ya da tam tersi… Güçlü görünmek adına içimizdeki
aydınlığı ne zaman susturduk?
Belki de mesele, taraf seçmek değil; zıtlıkları taşıyabilmekte. Belki de erdem, Salmiak gibi
olabilmekte saklıdır: Siyahı da beyazı da aynı zarafette taşımakta… Çünkü bazen iyilik bir
haykırışta değil, bir suskunlukta gizlidir. Ve kötülük, en çok görmezden geldiğimiz iyilikte
kök salar.
Çünkü bazen, en karanlık gecenin içinden doğan bir kedi, insanın kendisiyle yüzleşmesine
neden olur. Ve belki de hakikat, tüylerinin arasında değil; onu izlerken içimizde kıpırdayan
sessizliktedir.