‘’…Yağmurun oluşumu bu sayede gerçekleşir.’’ Yağmur değil yağan, gözyaşlarım be hocam. Yine hayallere dalıyorum. Bıraktın beni bu serapta. Gerçeklik canımı acıtıyor. Uzun hülyalar arasında hapsoldu ruhum. Bir sürgüne ram ettin beni. Hasretin vuslata meylettiği bir sürgün. Konuşan, yiyen, içen benim. Yaşıyorum. Canlıyım. Nefes alıp veriyorum. Ancak ruhum bütün arazlardan sıyrılmış bambaşka bir alemde yaşıyor. Ateş ve su misali iki ayrı varlıktan müteşekkilim artık. Ruhum ve bedenim. Çıkmak da istemiyorum bu rüyadan. Her şey hayal ettiğim gibi. Cennet gibi tıpkı. Asıl rüya dünyanın kendisi değil mi? Sürgün diye yakındığım yerde ya ruhum öz yurdunu bulduysa? Rüya içre rüya benimkisi. Ah be şeyhim! Bıraktın gittin beni. Hani gittin tamam da dönüp şöyle bir iç de mi geçirmedin? Bu soruları sana asla soramayacak, dahası ne düşündüğünü asla bilemeyecek olmanın verdiği çaresizlik kül ediyor beni. Düşünceler yumağından sıyrılamıyorum. Gitti bi coğrafya dersi daha. İnsan yağmurun oluşumunu dinlerken buralara kadar nasıl gelir yahu? Gerçi integralden girip yine aynı mevkiden çıkmışlığım var. Şaşırmıyorum artık kendime. Alemde her ne var ise mutlaka o. Hulûl, südûr, fenâ, vahdet-i şühud, İbn-i Arabî, Sadreddin Konevî. Ne kadar da benziyor bu hissettiklerime. Bunu bir sana anlatırım şeyhim. Olur da bir gün sorarsan! İçinden çıkamadığım bu girdaptan Cahit kurtarıyor beni. Hapsolduğum yerden çıkıyorum sesiyle;
-Kantine geliyor musun? Birer çay içelim.
Gelmem mi be Cahit. Dedim ya her ne ise alemde var, mutlak o. Sınıftan çıkıyorum. Tahta yazılarla dolu. Ah be hocam. Ne ara yazdın bu kadar şeyi. Oysa bir anlığına dalıp gitmiştim hayallere. Şeyhimi düşünüyorum hocam. Bir çıksa karşıma! Anlatsam her şeyi. Sabret dedin gittin. Ben sabredemedim, sen gelmedin. Sana suç isnat etmek ne haddime şeyhim! Fakat heyhat! Kurtar ruhumu bu sürgünden. Kır talihimin kör prangalarını! Beni sensizlikle imtihan etme! Sürgündeyiz bilirsin ya, sürgün içre sürgüne mahpus etme! Ahlarla ziyan olasılıkların kapısında süründürme. Bir çıksa karşıma. Diyebilsem. Merdivenlerden çıkıyorum. Kafamı kaldırıp bir nazar ediyorum. Ya rabbi hülya içre hülyada mıyım? Kavrulur ruhum bilirim de serapta mıyım? Kaç rüya arşınladı zavallı bedenim. Bu da o diyarlardan mı? Şeyhim duruyor birkaç metre ötemde. Muhabbet ediyor. Hayal mi değil mi bilemem. Benzetiyor muyum? Hangi benzerlik ruhumu bu denli yakabilir? Ah çıksa da sesim seslenebilsem! Şeyhim! Sen misin? Rüyada mıyım şeyhim? Hayır dediğini duyar gibiyim. Nasıl duyduğumu da bir sen bilirsin. Cahit sesleniyor. Ölüm fermanımı okusaydın daha az canımı yakardın sevgili dostum;
-Yürüsene oğlum, ne bekliyorsun?
Dizlerimde derman, gözlerimde fer mi kaldı dostum? Nasıl yürüyeyim? Gözlerimi ayırsam bütün volkanlar aktifleşip üzerime dökülecek. Bütün savaşların müsebbibi ben olacağım gözlerimi ayırırsam. Ekonomi benim yüzümden düzelmeyecek. Ne bakıyorsun kavgalarının sebebi bile ben olacağım artık. Gözlerimi ayıramam. İşte zaman! Yıllarca fizik okusam tecrübe edemeyeceğim bir hisle dolu! Zahirde saniyeden müteşekkil zaman, elest bezminden gözlerimin ayrılışına dek geçen süreyle eşitlendi. Merdivenleri ayağına pranga takılı mahkûm gibi çıkıyorum. Cüzi iradem elimden alınmış da tamamıyla Rahman’a teslim olmuş gibiydim. İçtiğim çaydı da gördüğümü anlatmaya var mı muktedir? Koşsam diye düşündüm peşinden. Durdursam. Bu anı beklemiyor muydum zaten? Ölmeden önce öleceğim bu anı. Şeyhim! Beni ne zaman öldüreceksin? Öldürüp de uyandıracağın ân saklı mı nasibimde? Hiçbir şey yapmıyorum. Ölümsüzlük iksiri bulmuş gibi yapıştığım çay bardağını ağzıma götürmekten başka. Zil çalıyor. Sur’a üflendi. Ölüler diriliyor. Pişmanlıklarımın hesabını nasıl vereceğim Rabbim? Nefes alan ölüler sürüsüyle derse giriyorum. Ben bu alemin en bahtsız ölüsüyüm. Uyanmak için ölmek isteyen bir ölü. Bir yandan da coğrafya dersine devam ediyoruz. Bu kadarına ben bile tahammül edemiyorum. Yani bana nasıl bir sabır dilediysen şeyhim, ben varlık aleminin en sabırlı mahluku olabilirim. Her şeye, her ana, her insana sabrediyorum. Onları kırıp incitmeden hem de. Tam da senin istediğin gibi. Bunu bu yüzden mi söylemiştin, bilmiyorum. Ama sabretmeyi senden öğrendim. Seni beklemek sabrı bana ilmek ilmek işletti. Ama bu kadarına ben bile sabredemiyorum. Aniden ayağı kalkıyorum. Sabrımı senin için bozuyorum şeyhim! Kırık, dökük. Affet. Pencereye doğru uzanıyorum. İşte orada! Köşe başında. Karşıya geçecek. Yetişebilir miyim? Denemeden öğrenemem. Affet hocam, bu hafta coğrafyadan nasibimiz yokmuş. Merdivenleri hızla iniyorum. Kalbim sarsılıyor. Yer şiddetli bir sarsıntı ile sarsıldığı zaman. Zilzal suresi geliyor aklıma. Şeyhim gitme diye sarsılıyor kalbim. İzin verilmeyecek diye geçiyor kalbimden. Soğuk soğuk terliyorum. Koşar adım geçiyorum karşıya. Onlarca insan sağa sola koşturuyor. Bir ümit bakınıyorum. Hüznüm pişmanlığıma yoldaş oluyor. Ah be şeyhim! Neredesin? Hendek kuyusunda mı, Hayber fethinde mi, Nuh’un gemisinde mi, Bağdat Sarayında mı, Bursa sokaklarında mı? Nerede arayayım seni? Bana ne yakınsın artık ne uzak. Hasret vuslata doğrudur. Biçare dönüyorum geldiğim yöne. Bari kalan dersleri kaçırmayayım. Okulun önüne geliyorum. Kapı duvar. Batmış iş merkezi havasında bir kilit asılı duruyor kapıda. Buradan çıkalı 5 dakika bile olmadı. Nasıl olur da bu hale gelir aklım almıyor. Hemen yanındaki büfeye soruyorum;
– “Okulun kapısında neden kilit var?”
-“Burası kapanalı yıllar oluyor amcacım. Artık okul değil burası. Avm yapacaklarmış diye duydum. Adres mi arıyorsun?”
Yıllar mı oluyor? Avm mi? Amcacım mı? Büfenin aynasına gözüm çarpıyor. Benim mi Allah’ım bu çizgili yüz? Yıllardır aynı his. Bu köşe başı hiç değişmedi. Bu paslı kilit hep aynı. Yokluğun acısı da değişmiyor şeyhim! Yıllar alamıyor seni benden. Nazarınla donuklaşan o asırlık zamana kilitledim ruhumu. Mahşere kalan vuslatımız var. Unutma şeyhim! Köşe başına doğru yürüyorum. Bacaklarım titriyor. Hani şöyle biraz bıraksam kendimi, düşeceğim. Arkadan cılız bir ses işitiyorum. Bana doğru yaklaşan bir ses. Benliğimi allak bullak eden bir ses; “Bırakma beni, şeyhim!”
tecrübe edemeyeceğim bir hisle dolu! Zahirde saniyeden müteşekkil zaman, elest bezminden gözlerimin ayrılışına dek geçen süreyle eşitlendi. Merdivenleri ayağına pranga takılı mahkûm gibi çıkıyorum. Cüzi iradem elimden alınmış da tamamıyla Rahman’a teslim olmuş gibiydim.
İçtiğim çaydı da gördüğümü anlatmaya var mı muktedir? Koşsam diye düşündüm peşinden. Durdursam. Bu anı beklemiyor muydum zaten? Ölmeden önce öleceğim bu anı. Şeyhim! Beni ne zaman öldüreceksin? Öldürüp de uyandıracağın ân saklı mı nasibimde? Hiçbir şey
yapmıyorum. Ölümsüzlük iksiri bulmuş gibi yapıştığım çay bardağını ağzıma götürmekten başka. Zil çalıyor. Sur’a üflendi. Ölüler diriliyor. Pişmanlıklarımın hesabını nasıl vereceğim Rabbim? Nefes alan ölüler sürüsüyle derse giriyorum. Ben bu alemin en bahtsız ölüsüyüm.
Uyanmak için ölmek isteyen bir ölü. Bir yandan da coğrafya dersine devam ediyoruz. Bu kadarına ben bile tahammül edemiyorum. Yani bana nasıl bir sabır dilediysen şeyhim, ben varlık aleminin en sabırlı mahluku olabilirim. Her şeye, her ana, her insana sabrediyorum.
Onları kırıp incitmeden hem de. Tam da senin istediğin gibi. Bunu bu yüzden mi söylemiştin, bilmiyorum. Ama sabretmeyi senden öğrendim. Seni beklemek sabrı bana ilmek ilmek işletti. Ama bu kadarına ben bile sabredemiyorum. Aniden ayağı kalkıyorum. Sabrımı senin için
bozuyorum şeyhim! Kırık, dökük. Affet. Pencereye doğru uzanıyorum. İşte orada! Köşe başında. Karşıya geçecek. Yetişebilir miyim? Denemeden öğrenemem. Affet hocam, bu hafta coğrafyadan nasibimiz yokmuş. Merdivenleri hızla iniyorum. Kalbim sarsılıyor. Yer şiddetli
bir sarsıntı ile sarsıldığı zaman. Zilzal suresi geliyor aklıma. Şeyhim gitme diye sarsılıyor kalbim. İzin verilmeyecek diye geçiyor kalbimden. Soğuk soğuk terliyorum. Koşar adım geçiyorum karşıya. Onlarca insan sağa sola koşturuyor. Bir ümit bakınıyorum. Hüznüm pişmanlığıma yoldaş oluyor. Ah be şeyhim! Neredesin? Hendek kuyusunda mı, Hayber fethinde mi, Nuh’un gemisinde mi, Bağdat Sarayında mı, Bursa sokaklarında mı? Nerede arayayım seni? Bana ne yakınsın artık ne uzak. Hasret vuslata doğrudur. Biçare dönüyorum
geldiğim yöne. Bari kalan dersleri kaçırmayayım. Okulun önüne geliyorum. Kapı duvar. Batmış iş merkezi havasında bir kilit asılı duruyor kapıda. Buradan çıkalı 5 dakika bile olmadı. Nasıl olur da bu hale gelir aklım almıyor. Hemen yanındaki büfeye soruyorum;
- “Okulun kapısında neden kilit var?”
-“Burası kapanalı yıllar oluyor amcacım. Artık okul değil burası. Avm yapacaklarmış diye
duydum. Adres mi arıyorsun?”
Yıllar mı oluyor? Avm mi? Amcacım mı? Büfenin aynasına gözüm çarpıyor. Benim mi
Allah’ım bu çizgili yüz? Yıllardır aynı his. Bu köşe başı hiç değişmedi. Bu paslı kilit hep
aynı. Yokluğun acısı da değişmiyor şeyhim! Yıllar alamıyor seni benden. Nazarınla
donuklaşan o asırlık zamana kilitledim ruhumu. Mahşere kalan vuslatımız var. Unutma
şeyhim! Köşe başına doğru yürüyorum. Bacaklarım titriyor. Hani şöyle biraz bıraksam
kendimi, düşeceğim. Arkadan cılız bir ses işitiyorum. Bana doğru yaklaşan bir ses. Benliğimi
allak bullak eden bir ses; “Bırakma beni, şeyhim!”